Yazarlar-Konular

Toplumsal Kin, Nefret, Husumet, Garaz, Gaddarlık ve Şiddetin Tarihi

Kökenleri ve Doğup Yayılmasında Dinin Etkileri

Ahmet Ünal, Şubat 2024

(  Önce ki sayıdan devam )

Kamu oyunda, bu reddede dengesiz öfke, nefret, şiddet ve kendisi ve kendisi gibi olanlar dışında kalanlara yaşam hakkı tanımayan tutum ve davranışın etnik, sosyolojik, tarihi, psikolojik, dini ve daha bir sürü nedenleri araştırılıyor, sorgulanıyor, tartışılıyor ve açıklama yöntemleri aranıyor. Öyle ya, şiddet dahil sosyolojik alışkanlıklar doğuştan gelmiyor, sonradan edinilen alışkanlıklar sonucu doğuyor ve oluşuyor. Tıpkı yukarda andığım din gibi. Olay her ne kadar kendine hasmış gibi görünürse görünsün, dikkatlice ve tarafsızca araştırıldığında, nedenleri tarihin derinliklerinde ve determinizmi çerçevesinde bulunabiliyor. Burada her bakımdan sıra dışı, komplike, her beynin kolayca kabul edemeyeceği, dogmalarla dolu bir din ve onun yoğurduğu bir toplumla karşı karşıya olduğumuz kesindir. Etnisite ile dini sıkı sıkıya kenetlemiş, kendinden başkasına yaşama hakkı vermeyen, büyüklük, üstünlük, seçilmişlik kuruntusuna kapılıp, kendisinden olmayana “goyyim” diyerek yabancılaştıran, kendisini “suçsuz ama gene de zulüm gören” psikozuna kaptırmış, her an yok edilme korkusu ve duygularıyla beslenerek bunu hırçınlığına, dengesizliğine ve eşitsiz davranışlarına gerekçe olarak gösteren ve sonuçta evrensel hukuk ilkelerini hiçe sayan benzersiz bir toplumla karşı karşıyayız. Tarihi süreçte yaşadıkları travmadan da öte bir paranoyadır. Zira işledikleri ayıp ve günahların, yaptıkları şımarıklık, huysuzluk, asilik ve hukuk tanımazlığın kendileri de pekâlâ farkındadırlar ki, kendilerini pek sevdiğine inandıkları tanrıların yeri geldiğinde onlardan nefret ettiklerini, sürekli sürgün dahil cezaların en ağırını layık gördüğünün de bilincindedirler. Yeri gelmiş, tanrıları bile onlardan iğrenmiş, düşmanları Amelikleri aratmayacak biçimde cezalandırmıştır. Tesniye’da kayıtlı şu ifade çok düşündürücüdür: “Size yapılan iyilikler, sizi bereketli kılmak tanrıyı nasıl sevindirirse, sizi yıkıp yok etmek de aynı şekilde sevindirecektir. …. (Yer yüzünde) selamet ve dinlenecek yeriniz olmayacak….. Sürekli can kaygısıyla dopdolu yaşayacaksınız. Gece gündüz dehşet içinde yaşayacaksınız. Güvenlik duygusunu yitireceksiniz! ….. Kalbinize yer eden dehşet ve gözlerinizin tanık olduğu korkunç olaylar yüzünden sabahları ‘ah bir akşam olsa’, akşamlarıysa ‘ah bir sabah olsa!’, diyeceksiniz”.

Zaten başlarına gelen pek çok felaket, bu şımarıklıkları, taşkınlıkları ve kendini beğenmişlikleri yüzünden olmuştur. Bu noktada Tevrat’ta anılan İsrail halk ve devletinin tüm dünyaya hükmedeceği, karşı koyanların “demirden bir asayla yok edilecekleri” kaydı, politik ihtirasların ne kadar çok tehlikeli boyutlara ulaştığını ve artık zirveye vurduğunu göstermektedir. Nitekim, yaşadıkları devletlerin otoritesine karşı koyarak bir yere varamayacaklarını anlayınca, Roma devrinden Filistin’i bin bir hileyle işgal ederek yeni devletlerini kuruncaya kadar tanrının kendilerine mesih falan göndermeyeceğinin farkına vardılar ve bu safsatayı bir kenara koydular ve daha uslu ve itaatkar gibi görünerek gene de beklemeye başladılar. Sürgün devrinin bitmesini beklediler. Pasif mesihçilik olarak tanımlanan bu dönemde de hiçbir zaman mesihten umut kesmediler; ama ağırlığı bundan böyle vaat edilen topraklara geri dönme umuduna bağladılar. Bu umut,19. yüz yılın ikinci yarasında Siyonizm’in doğması, sürgün devrinin artık sona erdiği ve vaat edilen topraklara geri dönme zamanının geldiği sanısını uyandırdı. Akıl almaz kısa zamanda mazlum rolünden zalim rolüne sıçradılar, öyle ki utanmadan ve sıkılmadan Filistin’de ve Çanakkale’de velinimetleri Osmanlılara sırt çevirdiler, arkadan vurdular, İngilizlerle birlikte onlara karşı savaştılar!

Tarih tekerrür eder kuramını doğrulayan bir oluşum var ve üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gerekir. Siyonizm’in babası Theodor Herzl padişah Abdülhamid’e Filistin topraklarına karşın yüklü miktarda para vermeyi ve Osmanlı’nın Batı dünyasında çok berbat olan imajını ellerinde tuttukları basın ve medya yoluyla düzeltmeyi önermişti. Sultan bu noktada onurlu davrandı ve kabul etmedi. Şimdi tarihin tekerrürüne iyi bakın. Yaklaşık yüz sene sonra çeşitli nedenlerden ötürü uygar dünyada pek sevilmeyen modern Türkiye Cumhuriyeti Amerika’yla arasının bozulduğu her anda Yahudi lobilerinin aracılığına baş vurmaktadır. Bedava mı? Olur mu hiç! Müthiş meblağlar ödenerek! Hatta kaçırılan eski eserlerin geri getirilmesinde bile bu lobiler önemli rol oynuyorlar. Bu bağlamda Yahudilerin yaymak istedikleri, Türklerin Yahudilerden başka dostları olmadığı savı, kocaman bir yalandan başka bir şey değildir!

İbraniler,1948 Filistin işgaline gelinceye dek hegemonyalarını devletsiz yürütmüşlerdir. Zira küçük çaplı ve kısa ömürlü, krallarının hemen hepsi de “peygamber” olduğundan din ağırlıklı  iki minyatür devlet dışında öz yönetimsiz kalmışlardır. Yaşadıkları topraklarda, alışılmışın dışında tutum ve davranışları ve uyuşuma aykırı tavırlarıyla haklı olarak göze battıklarından yadsınmışlar, bütün büyük güçler tarafından sürgüne gönderilmişlerdir. Bunun da nedenleri üzerinde derin derin düşünmek gerekir! Sümerler devletsiz ulusları çobansız koyun sürüsüne benzetirler ve onlara çok acırlardı. İnsan, acaba bugünlerde öksüz yaşanan o yılların hıncını mı çıkarıyorlar, diye sormadan edemiyor.

Mark Twain’in esprili deyişiyle dünyada kendisi dışında kalan uluslardan hoşlanmayan, onlara yüksekten bakmayan ulus yoktur. Sevilmediklerini bile bile Almanlar ikide bir Fransızlara sorarlar: “Bizi seviyor musunuz?” Yanıt her keresinde, “arabalarınıza bayılıyoruz” şeklindedir. Türkler ise arabanın yerine kızları devreye sokarlar. Keza sevilmediklerini bile bile İstanbul’a konser vermeye veya futbol oynamaya gelen yabancılara ve Altıncı Filo ile “dostluk” (düşmanlık olarak okuyun!) ziyaretine gelen Amerikan askerlerine “Türkleri nasıl buluyorsunuz” diye değil, “How do you like Turkish girls?” diye sorarlardı. Dikkat edin, bu soru sadece Avrupalı ve Amerikalılara yöneltilirdi. Aşağılık duygusunun, “Asyalılık kompleksi”nin gereği böyleydi. Yeşil dolarları sayesinde şimdilerde put gibi tapınılan Araplar, Çinliler, Ruslar, Siyahiler ve Latin Amerikalılar adam yerine konmazdı. Zira Türkleri sevip sevmediklerini sorsalar, “asla hayır” yanıtını alacaklarını peşinen bilirlerdi. Arabaları veya başkaca bir metaları yok ki kendilerinin yerini tutsundu. Zavallı kızlar, reklam ve prestij uğruna alenen pazarlanırlardı! Ama bu türden kendini beğenmişlikler, asla başkalarına yaşam hakkı vermeme, onları Holokost’a tabi tutma  anlamına gelmemelidir. Bugün İsrail’de iş başındaki politikacı bir Filistinli kasabıdır. Yapılan katliamları en başta Torah ve Yeşaya olmak üzere kutsal metinlere ve kehanetlere dayandırarak ışığın karanlığa karşı müdafaası olarak algılamakta, böylece ırkçılığın en alasını yapmakta, tüm insanlığa hakaret etmektedir. Karanlık gücün ne anlama geldiğini iyi düşünmek gerekir. Işık melekken, karanlık güç şeytandır. Kan ve nefret kokan o insanın referansta bulunduğu Torah’daki ifade çok gaddarcadır. Kendi halkına bile acımasız davranır, ona tanrısal cezalandırmanın (theodezie) en acımasızını layık görür. İsrailoğullarının can düşmanı Amelekliler, kin, nefret ve gaddarlık duygularının en şiddetlisini, en acımısızını veren örneklerle doludur. Ameleklilerin yerini bugün Filistinlilerin tuttuğu kesindir; yarın sıranın kime geleceği bilinemez. Samuel’de “git ve onların hepsini de her şeyleriyle birlikte yok et. Erkekten kadına, çocuktan emzikli olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini de öldür!”, der. Nitekim kendisine peygamber denilen Yeşu, tanrı buyruğu gereği gittiği seferlerde, bugün Siyonistlerin Filistin’de yaptıklarını aratmayacak katliamlara girişmiş, taş üstünde taş bırakmamıştır. Yeri gelmiş, tanrı yufka yürekli davranan peygamberleri bile cezalandırmıştır. Örneğin Saul Amelikeleri yendikten sonra halk, çoluk çocuk ve emzikli bebekler dahil herkesi katleder. Ancak, merhametten değil, çıkar yüzünden küçük ve büyükbaş hayvanlara dokunmaz, ganimet olarak alır. Sen misin bunu yapan! Tanra, kralı azleder ve yerine Davud’u tayin eder. Bugün İsrail başbakanı aynı tanrıdan, aynı emirleri aldığı kuruntusuna kapılmıştır!

Şu sıralarda Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde antisemitist olmakla suçlanan Alman ilahiyat bilgini, düşünür ve Asuryolog Friedrich Delitzsch’in konuya dönük kitaplarından „Büyük Aldatmaca“yı (Die grosse Täuschung 1921) okuyorum. Dili oldukça ağır ve taş söktürecek şekilde! Okuma işi eski ve kirli bir dosyayı yeniden irdeleme gibi bir şey. Bu arada belirtmek gerek, yazar, Hitit başkenti Hattuşa’yı kazarak bilim dünyasına tanıtan gene Asuryolog Hugo Winckler’le birlikte Siyonistlerin en çok nefret ettikleri, savaştıkları ve diş biledikleri isimler arasındadır. Peki kabahatleri ya da özürleri neydi? Tevrat’ın yalan dolanlarına parmak basmaları, kirli çamaşırları ipe sermeleri, nefret tohumlarıyla asırlar boyu yeni nesillerin zehirlemesini ve husumetin sürekli körüklenmesini kınamaları, amansız bir tümör gibi daha da yayılmasını önlemeye çalışmak; bu arada tüm uygarlık değerlerine ilk kez kendisinin sahip olduğu yanlış imgesini bozmak; örnek olarak bilimin gösterdiği yolda Hammurabi Kanunları’nın Musa Kanunları’ndan yüz yıllarca daha eskilere gittiği gerçeğini yazmak! Bilhassa saf Alman gençliğini kast ederek “Moab, Edom ve Ammon’a  karşı duyduğunuz kin ve nefretten bize ne yahu? Bunlar tarihte kalmış fosil duygulardır; niye eşeleyip, körükleyip duruyor, sabi insanların beyinlerini zehirleyip duruyorsunuz? Unutun gidin artık bu husumetleri, gömün toprağa gitsin!”, demeye getiriyordu. Bunda yabana atılacak ne olduğunu bir tanrı kulu söyleyebilir mi? Nitekim günümüz barış severleri ve “Yeşilller”nin baş sloganı da aynısı değil mi? Ama sen misin bunu yapan!

Altı kalınca çizilmesi gereken bir nokta daha vardı. Bu ve benzeri araştırmacıların antisemitizmi sadece İbranilerle sınırlı değildi. Onların öncelikli hedeflerinde İbranilerle yakın akraba olan ve Arabistan çöllerinden kalkıp akın akın uygarlıklar beşiği Mezopotamya’ya gelen “vahşi” Samiler, Bedeviler ve Araplar vardı. Unutmayalım, her ne kadar İbranilerden nefret etseler de, İsrailoğulları Arap ve diğer Sami kavimlerle çok yakın akrabadırlar.  Akad ve Babillileri, üstün Sümer uygarlığını yıkmış olmakla suçluyorlardı ve hiç de haksız değillerdi. Nitekim yüz yıllar sonra yeni dinleriyle Anadolu ve Balkanlara kadar bile gelip çok ocak söndürmediler, gelişen Avrupa uygarlığının önünü tıkamadılar mı? Anadolu’yu işgalleri ve kültürünü Samileştirmeyi 21. yüz yılda da sürdürmüyorlar mı? Buna, her üç göksel kitap aracılığıyla bir güzel yayılan dünya görüşü de dahildi. Örneğin Delitzsch, Sümerlerde kadının sadece erkeklerle eşit olduğunu değil, aynı zamanda aşırı saygı gördüğünü, ama eski İsrail’de, bereket daha müstehcen bir yerden değil,  Adem’in kaburgasından yaratıldığı söylenen kadın, ulaşmış olduğu bu emsalsiz zirveden derin bir uçuruma yuvarlandığını, öyle ki günümüz kadınlarının tam 5000 sene sonra yavaş yavaş ve bin bir zahmetle eskiden sahip oldukları yüksek konuma ulaşmaya çalıştığını yazmakla, İbranilerin kadına ve kadın haklarına vurdukları onmaz ve amansız darbeyi dile getiriyordu. Haksız mıydı? Günümüz acınası Anadolu kadını da hâlâ Tevrat üzerinden ve yobazların da katkı, gayret ve gayretleriyle kendi dinlerine pervasızca sokulan hurafelerin infazcılarına karşı savaşmıyor mu? Tevrat’ın kadına bakış şeklini, bin avratlı İbrahim’in harem öykülerini ve akrabaları Arapların kutsal kitabına etkilerini bir okuyun, ağzınız nasıl bir karış açık kalacak, görürsünüz!

Delitzsch’in kitabını okuduktan sonra galiba Yahudi kin, garaz ve nefretinin önemli kökenlerinden birinin kaynağını bulduğumu sanıyorum. Evet, illetin kökenleri, Delitzsch’in tespitiyle ahlaksızlık, kanunsuzluk, suçsuzların katliama tabi tutulması, halk ve rahipler arasında yaygınlaşan zinanın başını alıp gitmesi, dul ve yetimlerin baskı altında tutulması, bin yıllardan beri tarihi düşmanlık duygularının işlene işlene beyinlere kazınması, Tevrat’ın içerdiği daha nice doktrinlerde ve rahiplerin akıl dışı öğretilerinde yatmaktadır. Sayılan töhmetlerin çoğu Orta Çağ’da Musevilik ve İslam’a karşı açılan akıl almaz karalama savaşına (polemik) tıpa tıp benziyor. Delitzsch kitabında s. 35 dipnot 1’de Tevrat’ın ayıp ve günahlarından örnekleri bizzat Tevrat’ta yerlerini göstererek şu şekilde sıralamaktadır:

Yahudilerin lanet ve yalana yatkınlıkları, katletme, çalma, zina, kan davası gütme gibi cürümlerin üstün basması, rahipler takımının pusuya yatmış eşkıyaya benzemesi, para ve bir çift ayakkabı uğruna yoksulu acımasızca ele vermeleri, tanrının adını kirletme pahasına babayla oğlunun kol kola girip fahişelere gitmesi, adalet kapısında haklarını savunan ve gerçeği söyleyenlerden nefret etmeleri, çocuktan yaşlısına herkesin gelir ve çıkar peşinde koşması, halk ve rahiplerin yalan ve hileyi yeğlemeleri, halkın Yehova’nın adalet düzeninden bihaber olması, hepsinin kadınlarını aldatması, sadakatsizliği, sürekli birinin diğerini aldatması ve gerçeği asla söylememesi, peygamber ve rahiplerin alçaklığı, bizzat peygamberlerin zinaya karışmaları ve suçluya destek olmaları. Tevrat’a bu gözle bakılıp incelense, bu sayfalara sığmayacak kadar başkaca özürlerin de kol gezdiği görülecektir.

Peki ama, ne var bunda, benzeri özür ve töhmetler başka uluslarda da var, demeyin sakın! Mühim olan, bu kadar yaygın olması, tarihi gelişim içinde varlıklarını aralıksız sürdürülmeleri ve günümüz koşulları altında bile geçerli olmalarıdır!

Bu arada bir örnek de ben ekleyeceğim. Gerçi “hovardalık” genel kategorisi altında zaten adı geçti, ama olsun. Buradaki örnekte skandalın biraz anatomisine giriliyor. Öyle bir peygamber düşünün ki, sırf ordusunda çalışan bir subayın karısını ayartmak uğruna adamı savaşa göndermesi ve bile bile onu öldürtmesi! Yüce ve kusursuz, ama pek hovarda Peygamber Davud, zavallı Hititli Uriya ve fettan karısı Batseba’dan bahsediyoruz:

“Ve akşamlayın vaki oldu ki, Davud yatağından kalktı, ve kral (kral dediğine bakmayın, söz konusu olan düpedüz bir peygamber!) evinin damı üzerinde geziniyordu; ve yıkanmakta olan bir kadını damdan gördü; ve kadının bakılışı çok güzeldi. Ve Davud gönderip kadın hakkında soruşturdu. Ve biri dedi: Bu kadın Hittî Uriyanın karısı Eliyamın kızı Batseba değil mi? Ve Davud ulaklar gönderip onu getirtti; ve kadın onun yanına geldi; ve murdarlışından Davud onunla yattı; ve kadın evine döndü. Ve kadın gebe kaldı, ve gönderip Davuda bildirdi, ve: Ben gebe kaldım, dedi. Ve Davud Yoaba gönderip dedi: Hittî Uriyayı bana gönder. Ve Yoab Uriyayı Davuda gönderdi. Ve Uriya yanına gelince Davud; Yoab nasıldır, ve kavm nasıldır, ve cenk ne haldedir? diye sordu. Ve Davud Uriyaya dedi: Evine in ve ayaklarını yıka. Ve Uriya kral evinden çıktı, ve ardından kralın hediyesi çıktı. Ve Uriya kral evinin kapısında efendisinin bütün kulları ile beraber yattı, ve evine inmedi, diye bildirdiler. Ve Davud Uriyaya dedi: Sen yoldan gelmedin mi? Niçin evine inmedin? Ve Uriya Davuda dedi: Ahit sandığı, ve Israille Yahuda haymelerde oturuyorlar; ve efendim Yoabla efendimin kulları kırlarda konmuşlarken yemek ve içmek ve karımla yatmak için ben evime mi ineyim? Senin hayatın hakkı için, ve canının hayatı hakkı için, ben bu şeyi yapamam. Ve Davud Uriyaya dedi: Bugün burada kal da yarın seni göndereyim. Ve Uriya o gün ve ertesi gün Yeruşalimde kaldi. Ve Davud onu çağırdı, ve onun önünde yiyip içti; ve onu sarhoş etti; ve akşamlayın efendisinin kulları ile beraber yatağında yatmak üzere çıktı ve evine inmedi. Ve sabahleyin vaki oldu ki, Davud Yoaba mektup yazdı, ve Uriyanın eliyle gönderdi. Ve mektupta: Uriyayı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanından çekilin ki, vurulsun da ölsün, diye yazdı. Ve vaki oldu ki, Yoab şehri muhasara altında tutarken yiğit adamların bulunduğunu bildiği yere karşı Uriyayı koydu. Ve şehrin adamları çıkıp Yoabla cenk ettiler; ve kavmdan, Davudun kullarından düşenler oldu, ve Hittî Uriya da öldü. Ve Yoab gönderip cenk hakkında olan şeylerin hepsini Davuda bildirdi; ve ulağa emredip dedi: Cenk hakkında olan bütün şeyleri krala söylemeyi bitirdiğin zaman, vaki olacak ki, eğer kral öfkelenir, ve sana: Şehre karşı cenk etmek için neden o kadar yaklaştınız? Duvarın üzerinden atacaklarını bilmiyor mu idiniz? Yerubbesetin oğlu Abimeleki kim vurdu? duvarın üstünden bir kadın değirmenin üst taşını onun üzerine atmadı mı, ve o Tebeste ölmedi mi? Niçin o kadar duvara yaklaştınıız? derse, o zaman: Kulun Hittî Uriya da öldü, dersin. …. Davud ulağa dedi: Yoaba: Bu şey gözünde kötü görünmesin, çünkü kılıç bazen bunu, bazen şunu yer. … Ve Uriyanın karısı, kocası Uriyanın öldüğünü işitti, ve kocası için dövündü. Ve yası geçince Davud gönderip onu evine aldı, ve onun karısı oldu, ve ona bir oğul doğurdu. Fakat Davudun yaptığı şey rabbin önünde kötü idi. …… Ve Natan Davuda dedi: …. Niçin rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hittî Uriyayı kılıçla vurdun, ve karısını kendine karı olarak aldın, ve Uriyayı Ammon oğullarının kılıcı ile vurdun. Ve şimdi kılıç ebediyyen senin evinden ayrılmayacak, çünkü beni hor gördün, ve Hittî Uriyanın karısını kendine karı olarak aldın (Çeviri Kitabı Mukaddes’ten)”.

Evet, okuduğunuz bölüm, kelimenin tam anlamıyla tanrı kelamıydı; sürekli günah işleyen ve yasak çiğneyen sabıkalı insan tarafından zorla tanrı ağzına tıkılmış kirli, ayıp, erdem sahibi insanın yüzü kızarmadan diline alamayacağı eylem ve sözler….. Tevrat II. Samuel, Bap 11’den alındı; bir havaalanı romanından değil. Hele hele kâhyasının karısına göz diken hovarda çiftlik ağasının çevirdiği dolapları konu edinen bir Yeşilçam filmini hiç değil! Evirin çevirin, Tevrat’ı bir de bu açıdan okuyun ve değerlendirin! Bir de Kuran’a sızanlara ve bu yetmiyormuş gibi yobazların asırlar boyu soktukları hurafelere bir bakın ve karşılaştırın! Örneklerin haddi hesabının olmadığını göreceksiniz. Ne hallere düştüğümüzü ve bu gidişle daha da düşmeye devam edeceğimizi de göreceksiniz. Belki de tarihi ve dini kaynakların kirli sularını görenler, havluyu atarak, olamaz böyle bir şey, olmaz olsun böyle din de mezhep de diyeceklerdir.

Ve güncel olduğu için tüm bunları okuduktan sonra şimdi Gazze savaşına başka bir gözlükle bakın lütfen!

Gene Mark Twain, herkesin istisnasız Yahudilerden nefret ettiğini yazar ve tek hoşlandıkları yanlarının paraları olduğunu ekler.

Sonuca bağlayalım: Simdi seçilmiş kavim kuruntusuna kapılıp dünya ve insanlığa “goyyim” deyip yukardan bakan Yahudilerin oturup, acep niçin sevilmiyorum, niye yetmiş iki millet arasında en sevimsizi ben sayılıyorum, niye yapmacık sevgi ve saygıları olmadık düzenbazlık ve şantajlarla elde ediyorum, niye herkes antisemitist, eğer şu “antisemitist” baskı ve şantaj silahını bir yana bıraksam, beni niçin bir kaşık suda boğacaklar, diye kara kara düşünmesi ve yeniden tarih aynasına bakmasını öğrenmesi gerekir. Aslında sevilmediklerini kendileri de bilmektedirler ve bunu dahi politik bir şantaj olarak kendi lehlerine manipüle etmektedirler. Ama isteseler, üstün beceri ve zekalarıyla buna da bir çare bulacaklarından eminim. Ama onlar için çözümsüzlük ve belirsizlik en ehven politik ve askeri fırsatları yaratmaktadır.

Hele hele ulema geçinen bizimkilerin oturup bin kat daha fazla düşünmeleri ve kafa yormaları gerekir. Kılı kırk yararcasına en yoğun düşünmeleri gereken husus, niye ben böylesi militan, kana bulanmış bir dinin hurafelerinin peşine düşmüş gidiyor, niye silkelenip o netameli ölüm toprağını silkeleyip bir tarafa atamıyorum, nasıl oluyor da Filistin’de insan şerefine aykırı koşullar altında yaşayan zavallılara (bakın, kangren haline gelen, anlamını yitirmiş ‘din kardeşi’ demiyorum!) yardım elimi uzatamıyorum, olmalıdır!

Not: Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, “Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Oryantalist Güdümlü Eski Çağ Bilimleri, Araştırmaları. Tarih Yazımı, Ölü Diller ve Arkeoloji. Perde Arkasında Döndürülen Dolaplar ve Gerçekler” (Bilgin Kültür Sanat Yayınları, Ankara 2022) kitabıma bakabilirler.

Prof. Dr. Ahmet Ünal kimdir? 1943 yılında Uşak’ta doğdu. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. Münih Üniversitesi Eski Anadolu Dilleri, Kültürleri, Tarihi ve Hititoloji Bölümü eski Başkanıdır. Hitit Uygarlığı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev yaptı. Ahmet Ünal, uzun yıllar Ankara, Konya, Münih, Bern, Antalya ve Chicago Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır.
Türkiye’de çok sayıda kazılara katılmıştır. Çeşitli dillerde Eski Anadolu tarihi, kültürleri, arkeolojisi, dilleri ve Hititlerle ilgili çok sayıda kitap, makale ve sözlükleri vardır.
Hititlerden günümüze kadar Anadolunun nerdeyse tüm kültürel ve tarihi üzerine en bilimsel kitaplar yazmıştır.
Özgün ve özgür bir bilim insanıdır. Söyleyeceğini doğrudan söyleyen bir bilimcidir. Anlattıklarını anlamak kolaydır. Şu anda Osmaniyede kurulu Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi yönetim kurulu üyesidir. Yerelden evrensele dergisinde yazılar yazmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir