Daha Kurulmadan Yıkılmış Modern Harabelerin Altında İnleyen, Unutulmuş Eşsiz Bir Kent Tyana-Kemerhisar ( * )
Prof. Dr. Ahmet Ünal
( Yazının 2. bölümü )
Ve şimdi, tam iki bin sene sonra böyle bir yerde kazı yapan sevgili meslektaşım Osman Doğanay’ın çalışmalarından çıkacak sonuçların doğuracağı heyecanın derecesi nasıl ölçülebilir? Bu heyecana ve eşsiz duygulara kitap içerisinde birbirinden değerli meslektaşlarım tarafından islenmiş olan kentin daha erken tarihi ve gene bağrında yetiştirdiği sayısız isimsiz şahsiyetler de ekleniyor. Bir Roma Havuzu ve ayakta kalabilenleri görenleri hayran bırakan su kemerlerini tasarlayanlar ve yapanları düşünmek, birkaç dakikalığına da olsa onlarla baş başa kalmak bile yeter. Tarih aynasına bakmasını bilenlerin, “bugün tüm teknik olanaklara rağmen niye aynısını yapamıyorum ve asbestli borulardan taşınan suyu içiyorum” diye düşünmesi bile yeterli olur. Prehistorik dönemlerde neler olup bittiğini elbette bilemiyoruz. Bölge Erciyes, Hasan, Göllüdağ, Pozantı ve Melendiz Dağları’nın cömertçe püskürdüğü obsidyen zengini coğrafyanın tam ortasında yer alıyordu ve içinde oturanları alabildiğine bu hazır ürüne dayanan ticaretin sağladığı refahın tadını çıkarıyorlardı. Komşu Köşk Höyük’te Kalkolitik devre tarihlenen eşsiz kabartmalı ve boyalı vazolarıyla hayranlığımızı kazanan bir başka endüstri dalı yükseliyor, gene bölge halkına bol kazançlı, sanatlı ve haz veren ticaret olanakları bahşediyordu. Burada seramik üzerine işlenen o güzelim sanatta Melendiz Dağları eteklerinde yaban hayvanlarının özgürce dolaştığını ve sanki Bremen müzisyenleri gibilermişçesine eğlendiklerini, birbirleriyle sataştıklarını ve Lafontaine fıkraları anlattıklarını sezinliyor gibi oluyoruz! Eğer ses benzerliğine dayanarak erken Hitit kenti Tuwanuwa ile yapılan eşitleme doğruysa, Lykaonia ve güney Kabadokya’da daha erken dönemde Hititlerin feodalizmi anımsatan üniter bir devletin doğuşuna, kurulmasına ve yerleşmesine tanık olmuş, hatta askerî, stratejik, idarî ve lojistik açılardan önemli hizmetler veren bir üs konuma yükselmişti. Keza Geç Hitit veya Demir Devri dediğimiz çağda da varlığını daha geniş çapta sürdürüyordu. Anadolu’nun o iyi bilinen parçalanmış coğrafyasında Tibaren,Thobeles¸ Tibateroi ve Tubal olarak meşhur olan Tabal, daha sonra da Tyanitis denen kıraç, ıssız ve çorakmış gibi gelen ama volkan küllerinin bereketli kıldığı topraklar aynı zamanda ham madde fakiri Yeni Asur devletinin doymak bilmeyen hırslarını üzerine çekiyordu. Bugün İstanbul Arkeoloji Müzelerinde korunan stel ve Luvi yazıtlarının pek çoğu buradan gitmeydi ve kentin değer ve önemine işaret etmektedir. Bunlara en son üzerinde hiyeroglif yazıtı bulunan, en başta ekmek yanında bolca tüketilen bira ve şarabın ham maddesi buğday ve üzümün bereketli olmasını sağlayan Fırtına Tanrısı (TONITRUS.VITIS) kabartmalarından birisi daha eklendi. Bor civarında in situ olamayan bir şekilde bulunmuş olsa da, Tyana kökenli olduğu kesindir. Niğde Müzesi’nin bahçesinde sergilenen bu eser tarafımdan yayınlandı. Güneydeki yüce Toroslar ve her yana serpiştirilmiş volkanik yüksek dağların zirvesinde gece gündüz demeden şimşeklerini çaktıran ulu ve güçlü Fırtına Tanrısı sanki buğday, üzüm ve at üretimini üzerine vazife edinmişti; dolayısıyla her yanda, bilhassa yüksekçe yerlerde, kabartma veya heykelleri, yazıtları yükseliyor, gören en sade çobanları bile kendisine adak sunmaya mecbur ediyordu.
Ne kadar yazık ki ekonomik, kültürel ve askerî açıdan bölgede çağlar boyu ortak merkezlik yapmış, sürekli iskân edilmiş ana yerleşimin nerede olabileceği henüz bilinmemektedir. Etrafta böyle bir merkeze aday olabilecek yerleşim veya höyük de yoktur. Aslında vardır ama daha batıda Aksaray, Ereğli istikâmetindedir. Sadece bir zamanlar kısıtlı bir süre için Kültepe/Kaneš’in, Masaka’nın (Eusebeia, Caesarea, Kayseri) bu işi üstlendiğini biliyoruz. M. S. 12. yüzyılda yaşamış Bizans kronikçisi Johannes Zonaras’ın belirttiğine göre Kayseri’nin nüfusu 400 bin ile neredeyse yarım milyona ulaşıyordu. Ama orası da bölgeden oldukça uzakta, bu kez 130 km. doğudadır. Bunca metihlerimize rağmen şimdi kendi içinde çelişkili bir oluşuma parmak basmak zorundayız. Bölge tüm devirlerde urbanistik anlamda aşırı derecede kentleşme hareketi sergilemeyen bir diyardı. Öyle anlaşılıyor ki., Cornelius Rufus’un Frigya için gözlemlediği kent fakirliği ve köy bolluğu Tabal ülkesi için çok daha fazlasıyla geçerliydi. Ortalıklarda yadsınacak bir şey yok, çünkü doğal kaynaklar ve coğrafya böyle gerektiriyordu. O zamanlar su, gıda maddesi, yakacak gibi kaynaklar tükendiğinde doğa koşulları ve kanunlarına kafa tutarcasına yapmacık yöntemlerle mega kentler yaratıp insanları felâkete sürükleme yöntemleri bereket ki yoktu. Acaba bu kayıp metropol Tyana’da saklı olabilir mi, gelecek araştırmalar gösterecektir. Bu bağlamda Kapadokya’yı ikiye bölen imparator Valens’in M. S. 371 yılında Tyana’yı Cappadocia II’nin başkenti yaptığını ve bundan hemen önce (366!) burada bir Synode toplandığını göz ardı edemeyiz.
Tabal Demir Devri insanları, Yakın Doğusu yaygın hale gelen federatif yapılı kabile devletlerinden oluşan bir politik yapıya sahiptiler; bu daracık alanda en az 24’ten fazla yerel beylik vardı. Bu dönemde ve daha sonraları Tyana’ya Tuwana, Tuana, Toiana, Thoana, Thyanus, Tiana, Tuna ve Dana(?) da deniyordu. Arrian’ın Thoas’un kent kurucusu olabileceği ve ismini ondan aldığı yönündeki haberi kesinlikle asılsızdır. Adına polis denen ve sayıları 1500’ü aşan, Klasik Çağ Grek dünyasından fazlasıyla alışık olduğumuz bu karmaşık siyasî sistemi kimler getirmişti veya kimden öğrenmişlerdi, bilemiyoruz. Elbette bu da jeopolitiğin diktesinden başka bir şey değildi. Bu devrin en çok şöhret yapan kralı sadece Fırtına Tanrısı’ndan korkan İvriz’deki haşmetli kabartması ve iki dille yazıtı her yıl definecilerin saldırısına uğrayan Tuwana (Tyana) kralı Warpalawa idi. Bu yetmiyormuş gibi şimdi bir de Göllüdağ, Kerkenes, Yaraşlı ve Çalapverdi benzeri dağ kentleri türemişti. Her ne kadar bu yeni yerleşim yapılaşması feodal beylerin yazlıkları, otlakları veya geçici olarak sığındıkları müstahkem yerler olarak açıklanmak istense de, taarruzlara açık ve her an yem olmaya davet eden ovalarda yaşamak emniyet sorunları yaratmaya ve sıkıntılı olmaya başlamıştı. Acaba bölge bir yandan Yeni Asurluların, diğer yandan Friglerle aynı kavim veya onların bir kolu olması muhtemel Muškiler ve Lidyalıların kıskacı altına mı giriyordu? Bunlar da bilemeyenler arasında, çünkü elimizde hiç ama hiç yazılı kaynak yok. Dil zengini Anadolu’da yerli veya başkaca dillerde sadece çok az sayıda yazılı kayıt bulunabilmiştir. Bunlar arasında Kültepe’den gelmiş olmaları muhtemel Eski Asurca tabletler, bol miktarda Geç Hitit hiyeroglif yazıtları, Frigçe, Aramice, Grekçe ve Latince yazıtlar, sikkeler ve mil taşları vardır. Ama bunların hepsi de sorularımızı yanıtlamada yetersizdir. Bölgenin biricik yerli dili Kapadokyacanın yazıya geçirildiğine dair ise henüz bir kanıt yoktur. Halbuki yapısı, kökeni ve akrabalığının ne olduğu bilinmeyen bu dil M.S. 4. yüzyıla kadar konuşulmuştu ve kim bilir, belki de daha uzun süre, niye olmasın, günümüze dek konuşulacaktı ama çoktan Koine konumuna yükselmiş olan ve uzun zamandır kilise dili olarak kullanıla gelen Grekçenin Justinian tarafından Bizans/Doğu Roma’nın idare dili haline getirilmesi, diğer Anadolu dilleri gibi Kapadokyacayı da silip süpürmüş ve unutturmuştur. Bu olay biraz bağnazlığa kaçan araştırmacıların sanki Anadolu’nun tümünde bir “Eski çağ Hellenizmi” varmış gibi “Orta Çağ Hellenizmi” dedikleri, Anadolu’nun zorla Hellenize edilmesinde önemli bir aşamadır. Halbuki daha M. S. 363’lerde Mazaka civarında dolaşan Apostel Julian Grekçe konuşan birisiyle karşılaşınca pek mutlu olmuş mal bulmuşçasına, “ah, Kapadokya’nın ortasında Grekçe konuşmak ne harikaymış!” diye haykırmıştı. Doğu Roma aynı zamanda bölgenin, din, etnik yapısı ve kültürünü de yutmuş veya asimile etmiştir. Aynı şekilde Hıristiyanlık, Strabo’nun rahipler devleti dediği bölgenin geleneksel din devleti yapısını da tarihe gömmüştür. Keza bölgeye hâkim olan Pers ağırlıklı dinsel yapı da yerini Hıristiyanlığa bırakmıştır. Bu uzun, derin ve engin din devleti geleneğin izleri belki de bölgede aşırı derecede fazla miktarda karşımıza çıkan, tüflü arazi Ürgüp-Göreme civarında alabildiğine artan kiliselerde görülebilir. ( Yazı devam edecek )
( * ) Tyana – Kemerhisar. Niğde kentinin hemen yakınında Toros Dağları eteklerinde eski bir kent.
Prof . Dr. Ahmet Ünal