“GÜN OLUR, BAŞIMA KADAR MAVİ; / GÜN OLUR BAŞIMA KADAR GÜNEŞ…”
KUTLAY ALAN
Gülden Mahmut
O tüm güzelliklerin farkındaydı… Deniz kıyısındaki çakıl taşının, püren kokulu bir yayla çocuğunun, yıldızlı bir gecenin… Dağların koynunu yurt tutan göçerlerin… Yörük obalarının konakladığı kıl çadırların, çoban ateşlerinin, ardıç kokulu bir yayla evinin. Beşikteki ninninin… Çözgüdeki sırların… Toroslarda direnen asırlık sedir ağaçlarının, boy veren ardıç gölgelerinin… Masmavi suların, masmavi suların derinliklerinde sonsuz uykulara dalmış, amforaların… Likyalı, Selçuklulu, Romalı, Amurlu bir çakıl taşının… Kalenin duvarlarına çarpan Akdenizli suların… Akdenizli yıldızların, Akdenizli bulutların, Akdenizli kayıkların, Akdenizli kayıkçıların, Akdenizli şiirlerin, Akdenizli şarkıların, Akdenizli aşkların, sevdaların… Farkındaydı!
Kirli sakalına çarpıp, alnının çizgilerinden yok olan bir meltem rüzgârı ayaklarıyla arşınladığı, yüreğiyle tırmandığı dağ dorukları, sürünün önündeki umut, derin suskunluklar, çoğaltıcı yalnızlıklar aklını başından alır; onu dağ doruklarına, Antik çağların masmavi sularına sürükler; orada dal budak atardı. Çünkü herkes de iki göz vardı; onda ise; duyan, duyumsayan, içselleştiren, kökü bir tarihin süzgecinden geçirip, sanatçı duyarlılığında gözerimizin önüne seriveren binlerce göz…
İşte onu da farklı kılan bu oldu Anamur topraklarında… Dağa, taşa, denize, ovaya, insana; şiir şiir, bulut bulut, türkü türkü bakan; ciğerinde kurulu orkestranın dingin ezgisinde kaybolup giden iki göz…
O gözler, bir zamanların Anamur’unu, tek bir hareketle ölümsüzleştirip ayaklarımızın dibine seriverdi… “Alın işte seyreyleyin; bir mendil gökyüzüdür hayat.” dedi ve her şeyin farkında olarak ve tüm güzelliklerin yitip gideceğine ve kimsenin aldırmayacağına canı yanarak, belki de bir çocuk küskünlüğünde terk edip gitti bir gün bizleri Kutlay Alan…
Kuyumcuydu, fotoğrafçıydı, yazardı, çizerdi, gezerdi, görürdü, anlatır, tanıtırdı. İnceliklerin adamıydı. 1935 yılının bir Anamurlu sabahına uyandığında orta halli bir ailenin 6 çocuğundan 4’üncüsü olarak geldi dünyaya.
O doğduğunda Cumhuriyet tam 12 yaşındaydı… Atatürk ölmemişti henüz ve Türkiye’m; hızlı bir çoğalma, yükselme, aydınlanma dönemine girmişti… Dudağında Dadaloğlulu bir türkü, yarım kalmış dileğiyle yollara düşüyordu Anadolulu esmer yürekler yurt adına.
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının, Ulus, Kurun, Akşam gazetelerinin manşetlerinde koskoca puntolarla yazıldığı bir bayram sabahı; Akseki kökenli bir anne ve Ermenek kökenli bir baba, 6 çocuğundan 4’üncüsünün dünyaya gelişinin sevincini yaşıyordu.
Adını belki de kutlu olsun, Cumhuriyet’le birlikte her zaman sonsuza dek var olsun diye Kutlay koydular…
Kutlay Alan ismi, o günden sonra yazıldı belleklerimize Cumhuriyetli bir sevinçle… Öyle güneşli, öyle mavi, öyle derin. Binlerce yıldır akan bir nehrin yıkadığı çakıl taşları gibi…
Babası son derece ufku açık, iyi kalpli, dürüst, çalışkan bir insandı. Gemi ile varılan Antalya ve Mersin limanlarında çocuklarının ufkunu açmaya çalışır, müzik zevklerinin gelişmesi için Mersin Ziya Otel’de piyano konserlerine götürürdü.
Müzik zevki bu konserlerde dinlediği notalarda gelişerek onu doğanın ritmiyle, pastoral senfonisiyle buluşturdu… Belki de kuş seslerini ilk kez bu kadar içinde, yüreğinin dehlizlerinde en yakın, en canlı hissetti. Yüreğinde kurulu bir orkestraya dönüşerek sonra; ileride bilinçsizce avlanan kuş avlarının önüne geçmek için uğraşıp; sapanlarını ve kuş lastiklerini teslim eden çocuklara kitaplar armağan edecek bir çalışmanın ilk ürpertilerini hissetti.
Ağaçlara tırmandı, kanallarda yüzmeyi öğrendi, çorak sıcağında serinlemeyi, eşek arısı ve yusufçuk kuşunun gökyüzündeki dansını, sığırcıkların ardında koşmayı, horozların ve tavukların ardından yumurta toplamayı…
Sait Faik’in dile getirdiğini o adımladığı projelerde haykıracaktı, Anamurlu esmer çocuklara ve hasat yorgunu Çorak’ın insanına.
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi…” diyecekti.
Sedir ve ardıç ağaçlarının yasını ilk tutanlardan olacak, çocukların avuçlarına bırakılan genç fidelerle Torosları ve yurdumu ve Çorak’ın alınyazısını yeniden kıştan bahara çevirecekti… Ve uzanıp taze bir fidan gölgesine; derin uykulara dalıp dalıp gidecekti… Dolunaylı gecelere şarkılar söyleyecekti… Yıldızlara hamaklar kuracak, bulutlara simit satacaktı…
Çocuk yaşlarda önce kitaplarda keşfettiği koskoca bir dünya, sonra hayal dünyasında kibrit kutusundan yaptığı oyuncaklarla renklenecek, ele avuca sığmaz bir Kutlay; ileride büyüyüp de yurt güzellikleriyle dolduğunda bu kez, yörenin sosyal ve kültürel değeri olan çocuk oyuncaklarını geleceğe taşıyacaktı…
Şiirle, masalla, destanla, kültürle, renklerle, coşkuyla yoğrulan Anadolu ve Anamur izlerini bir fotoğraf karesinde ölümsüzleştirirken; tarihi Anamur evlerinin korunması için öncü adımlar atacak, bir taşı daha düşen toprak damlı bir evin gölgesinde hüzünlenecek, her evin öyküsünde yitik bir kimliği göğüsleyecekti…
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola düşendi o… Kokuyu almış olarak, bir hamlede yatağından fırlayacak ve Philips marka kamerasını omuzlayacak; yol boylarına çıkacak, ışığı yakalayacak ve zamanı orada durduracaktı. Sonra da alın bakın bunlar sizin, sadece sizin, bizim, hepimizin diyecekti… Koruyun kollayın, sakının saklayın, sahip çıkın diyecekti… Tek bir kareden çoğalan milyonlarca güzellik… O güzellikler bir kartpostalla, bir şiirle çoğalıp yol aldı bir gün mektup zarflarının içinde tüm yeryüzü ülkelerine… Milyonlarca güzelliğe milyonlarca göz değdi sonra. O güzellikler daha sonra dili başka, teni başka, şarkısı başka, içi dışı, düşü başka insanların yüreğine değerek çoğaldı ve daha da yakından görebilmek için yurdumuzu; akın akın, uzak diyarlardan insanlar geldi böylece…
Tek bir hareketle deklanşörün merceğinden, sabahlarımıza yayılan milyonlarca aydınlıktı Kutay Alan… Anamur Ovası’na, Yalçı Dağı’na, Azı tepesinin eteklerine, yaylalara, koyaklara ve Akdeniz’in menevişli sularına, ak köpüklü bulutlara bambaşka gözlerle bakan bir Kutlay Alan… Kararlı gözlemlerinden yalım yalım çoğalan, yayılan, ağan…
Antik çağlarda işlenmiş bir mozaikten bugün bize gülümseyen bir Kutlaya Alan var gözlerimin önünde… Çağın gerisinden evrensele harmanlanarak taşan… Bir kalenin yıkılmaya yüz tutmuş burçlarının ardında Kutlay Alan… Avrupalı bir seyyahın, özü sözü başka bir araştırmacının anılarında, Anamurlu belleğinde onun çabalarının izini sürüyoruz bugün… Dağ başındaki bir çobanın ahşap yontu ustalığında, Çukurabanoz’daki keşfedilmeyi bekleyen bir mağara duvarlarında, onun nefesini hissediyoruz… Taşa kazınan bir şiirde, kale burçlarından dökülen Akdenizli bir serinlikte o… O, çoğaldıkça aşar gider uzak limanları, uzak ülkeleri… “Boynu bükük ay çekirdeği ve şiirin ve aşkın geleceği.” olur.
Bitecek sanıldığı yerde başlayan bir yaşamın izini; portakal balı, dağ rüzgârı ve toprağın altında kımıldayan bir vatanı, hünerli insan elini yurt boylarında ölümsüzleştirdi.
Omzunda taşıdığı kamerasıyla, asmaların üstündeki gün ışığının izini sürdü; dumanı üstünde bir bazlamada doydu, güngörmüş bilge toprağın seslenişini, ilk o duydu. Sonra nefesini tuttu, durdu, bekledi ve birdenbire, ölümsüz anları bir merceğin ucundan sonsuza kadar gözlerimizin önüne seriverdi.
Daha çocukluk yaşlardan itibaren işte bunun ipuçlarını verdi. Yaratıcı, girişken kişiliğiyle çevresinde fark yaratan bir Küçük Kutlay; Anamur sokaklarında serpilerek boy veriyordu o günden sonra da. Doğru bildiğinden şaşmayan, dürüst ve kararlı, haksızlığa uğradığını düşündüğü anda gözleri yalım yalım öfke saçan; hakkını sonuna kadar savunan; sevgisini, kızgınlığını yoğun yaşayan… Beslediği bir horozu ailenin kesmesi sonucu çok kızan; günlerce konuşmayan… Arkadaşlığı ve arkadaşlarını çok önemseyen, oyuncaklarını hayal ederek kendisi yapmaya çalışan, okumayı çok seven, kitaplar bitince de; okuldan ve arkadaşlarından bulmaya çalışan, büyük bir zevkle okuyup çok zengin olup ceplerini şekerle doldurmayı hayal eden sonra da; kendi hayal dünyasını inşa eden…
Doğayı ve yeşili çok seven; yaylada kendine küçük bahçeler yapan, akla gelmez şakalar ve muzipliklerle ortamı neşeye boğan; yaptığı maket oyuncaklar ve kurduğu oyunlarla çok renkli bir çocukluk döneminin geçiren…
İlkokul çağlarında babasının maddi durumu bozulunca zor yıllar yaşadı. Maddi imkânsızlıklar küçük yaşlarda hayatını yine kendi planlamasına sebep oldu. Askeri okul sınavlarına girebilmek için Konya’ya yolun çoğunu yürüyerek; bazen ağaçlarda bazen köy konaklarında uyuyarak gitti. Yol boyu korkup yabani hayvanlardan ağaca tırmandığında, cebindeki çakısını çıkartarak, “Gelsene gelsene!” diye hayvana kafa tutup aslında sadece aşılmaz dağlara, aşılmaz yolara, güç olaylara, olumsuzluklara, kötülüklere, korkunçluklara değil, tüm bir yaşama başkaldıracaktı. Tüm evreni ve sonsuzlukları böylece boydan boya aştı.
İlk harfleri, hecelemeleri Anamur’da, ortaokulu Alanya ve Anamur’da tamamlayıp 1951 yılında Hava Teknik Okulundan yine; 1953 yılında Astsubay olarak hava ordusuna katılıncaya kadar sürdü eğitim hayatı.
Ama hepsinden önemlisi tüm bu süreçleri yaşarken aslında yaşamın inceliklerini keşfediyor, bir kuyumcu titizliğinde gerçekten değerli olanı tartmayı öğreniyordu. Merceğinde o değerli olan sahici olanı arıyor, hemen anlık izlekleri hafızaya kaydediyordu.
Romantikti. Genç yaşta tanıştığı Şayan Aslan, ona aşk şiirleri tadında yüzlerce binlerce sevda mektupları yazdırdı… Önce kalbinde çoğaldı, sonra parmak uçlarından döküldü sözcükler. Bir,gün deklanşöründen taşacağını bilmeden mayalanarak çoğalan bir yaşamın ilk kıpırtıları ilk izlekleri, ilk uyanışları oldu bunlar… Yaşamında verdiğim en değerli hediyem dediği Poll ve Virjinia adlı kitabı; el yapımı ahşap bir kutuda nişanlısı Şayan’a hediye etti…
İçimizi ısıtırken gözlerimizi dolduran; anlatımı ile tam olarak; iyilikten, erdemden, mutluluktan, tanrıdan, toplumdan, yalnızlıktan, hayattan, devletten, sınıf farklılıklarından, gerçek zenginlikten, edebiyattan ve ölümden bahseden bir kitaptı bu.
Ve aslında Kutlay Alan’ın, ileride kendi yaşamını resmedeceği bir fotoğrafın öyküsünü anlatıyordu bizlere, büyüleyici bir dille.
Erdem, masumiyet, aşk, dostluk, iyilik, yürek temizliği, cennet, doğa, yeşil, ağaçlar, meyveler, kuşlar İngiliz bir yazarın sözcüklerinden taşıp Kutlay Alan’ın yaşamına ince bir su sızıntısı gibi akıp girmişti ahşap bir kutunun içindeki kitapla…
Bizlere de, zarif bir dokunuşla; o kutudaki kitaptan kendi yaşamına taşan, oradan günümüze ulaşan binlerce fotoğraf karesinin öyküsünü hatıra bıraktı…
Sonra ordudaki görevinde çok güzel konumlarda ilerlerken, Oğlu Tayfun İstanbul’da; kızı Tülin Ankara’da dünyaya geldi. Mecburi hizmetini tamamladıktan sonra da soğuk savaşın atında çocuklarının geleceğini düşünerek ordudan ayrılıp, bir fabrikanın genel müdürü olarak çalışmaya devam etti. Sonra yurt içi, yurt dışı bir sürü gezilerde sürekli ufkunu geliştirdi… Ama aslında ruhu hiçbir yere gitmemişti. Aklı hep Anamur’da kendi çocukluğunun izlerini sürdüğü, Çorak’ın çocuklarıyla oyundaydı. Geride bıraktığı horozunu ve tavuklarını düşünüyor, yaylalarda yaptığı bahçesine domates, biber ekiyordu düşlerinde… Aklı fikri…
Yaşamın sırrına erince de, çok sürmedi, memleket özlemi tutkuya dönüşünce; parlak bir geleceği yarıda bırakarak 1961 yılında istifa ettiği yaşamdan Anamur’a çok sevdiği topraklarına döndü. Bir basın söyleşisinde “Akdeniz sahillerinin bir incisi olan Anamur’un büyüleyici doğa güzelliği beni geri getirdi.” diyerek yarım kalmış bir özlemi itiraf etmişti. O günden sonra da bir yere ayrılmadı. Oğlu Altay burada dünyaya geldi.
Ülkemizde üretilen ilk arabalardan Anadol ile önce Türkiye’yi çocuklarına gezdirmiş, sosyal kültürel ve tarihi yönlerini tanıtmış; sonra iki aya yakın sürecek bir Avrupa kültür gezisiyle, kamplarda konaklaya konaklaya sosyal kültürel tarihi ve turistik değerlerini onlara tanıtarak ufuklarının açılmasına vesile olmuştur. Ailesine karşı olan sevecenliği çevresinde de çok yakın hissedilen Alan; her kesimin görüşlerine saygılı olmuş, onlarla her türlü görüş alışverişinde bulunmuş; fedakârlıktan hiç çekinmemiş, Anamur’u ve yurdumuzu dışarıya tanıtmak için birçok makale yazmış; bunları çektiği fotoğraflarla zenginleştirerek güçlü bir tanıtım kitabını arşivlere kazandırmıştır.
Kendini Anamur topraklarına, yaylalarına, denizlerine, antik kalıntılarına, tarihi ve kültürel dokusunu oluşturan özüne attığında “Kaşlarında bir gizem var / Ay düşüyor çattığın zaman / Ben uçuyorum uçurumlara!” dedirten bir Yörük çocuğunu, kamerasıyla ölümsüzleştirmiş; “Gözlerinde bir gizem var / Gül döküyor güldüğün zaman…” diyen dizelerde bir Türkmen kadınının gülüşünü rengârenk şiirleştirmiştir.
Şakacı kişiliği, derin mizah anlayışı yanında inceliklerin adamıydı o…
Romantikti… Her ortamı güzelleştirmeyi sever, güzelliği yaratırdı. Bunu bazen bir dağ gezisinde meyve kabuklarını bardak yaparak yapar; bazen de yaprakları tabağa dönüştürerek dolunaylı zamanlarda Ören Burnu’ndan dolunayın denize yansımasını izleyerek yapardı… Çünkü bilirdi ki Oruç ARUOBA’nın da dediği gibi; “Yaşam / rüzgârın titrettiği yaprakların hışırtıları ardından / çağıran bir ses gibi / çabucak yitiveren / anlaşılamadan / bir anlık izlekti…”
O kıyılarına sevdalandığı Likyalı bir deniz fenerinden taşan geçmişi izlerdi… Kıyılara vuran ne kadar çağların masalıysa, biraz da Kutlay Alan’ın içinde yazılan masaldı. Ay ışığında bir dolunaydan taşan… Akdeniz’in sularında kımıldayarak kaybolan…
Bizim baktığımız dağa, taşa toprağa o bambaşka bir gözle yeniden baktı ve merceğin altında bulduğu en sahici, en, doğal, en güzel, en gerçek olanı keşfeder keşfetmez deklanşöre bastı… Karşımıza çektiği fotoğraflarla Anamuryum’a, Mamure Kalesi’ne, ağıp giden bir Yörük göçüne, yeniden, yeniden bir başka gözle bakmamızı sağladı… Hepimizi kendi yurdumuzda yeniden bir keşfe zorladı. Bunu bir fotoğraf karesiyle yaptı ilkin… Sonra TRT ve Özel televizyon söyleşileriyle başkalarına da aktardı… Sonra kitaplaştırdığı o yemyeşil, o pürü pak, o sahici, o öz be öz Anamur’u gelen giden tüm yerli yabancı turistlere tanıttı… Bunu bir sevda ile yaptı… Keyif ala ala… Yüreğimize dokundu o bir zamanların fark yaratan, dağları aşan çocuğun izlekleri… Şiir şiir…
Çocukken onu omzunda Philips marka kamerasıyla, açık krem rengi gömleği ve haki yeşil, toprak rengi pantolonuyla hep bir keşfe çıkarken görürdüm…
Karizmatikti. Yakışıklıydı… Uzun boyunun ve yeni çarşının karşı kaldırımındaki kuyumcu dükkânında bana bir altın künyeyi tarttığını hatırlıyorum… Künye tartılırken gözlerim camekânın altındaki eski maden paralara ve sehpanın üzerinde duran, duvarlara asılı Anamur’u anlatan kültürel izlere giderdi… Toroslara, yaylalara develerle yapılan bir Yörük göçünün unutulmaz anı fotoğraf olarak yıllar önce girdi albümüme. Babam getirmişti bir gece. Kutlay Alan demişti, bak ne kadar güzel çekmiş… Yörük göçünde develer ve yol alan obalı türküler… Obalı destanlardı hepsi… Bir an… Yıllar önce albümüme giren bu an, bugün sözcüklerimden dökülüyor.
Çocuktum… Ufacıktım… Ama benim de kalbimin her yanına sinmişti fotoğrafın hikâyesi… Sonra bir başka fotoğraf daha… Bir yayla evi… Taş yayla evleri… Doğal… Sahici… Öz… Doğru ya; doğal olmayan ne onun deklanşöründe daha fazla ölümsüzleşebilirdi ki…
Bir devri onun gözlerinden gördüğümüz Kutlay ALAN, yaşamın kendisine vermiş olduğu boş bir filmin, her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalıştı… Dağ gezilerinde meyve kabuklarından bardak, yapraklardan tabak yapa yapa yaratıcı bir ruhla… Evini ve işyerini; hayatın içinden, kültürden, özden, anlamlı objelerle süsleyecek kadar zevk sahibi bir insanın inceliklerini ruhundan taşıra taşıra…
Mustafa Kaplanların evine gittiğinde vazodaki yapay çiçeği; “Bu da ne!” diye alıp; çöpe basacak kadar kendinde bu hakkı gören; sahte olana asla tahammül edemeyen bir insandı Kutay Alan…
Evet, o her şeyin farkındaydı… Nazioğlu Konağı’nın bacasından sarkan bir hayatın; her yıl aynı ülkelerden, farklı farklı öykülerle göç edip gelen bir hacı leyleğin, Torosların başında yok olmaya yüz tutan geniş sedirlerin, çalı diplerinde açan Akdenizli çiçeğin, ahşap sundurmadan sarkan yağ tenekelerin, tenekelerdeki fesleğenlerin, biberlerin, dağların taşların; geçit vermez yolların, dile getiremediği düşlerin, Toroslara genç fidanlar diken çocuk gülüşlerin, çocuk düşlerin, başı yaşmaklı bir Türkmen kadınının döşünde sakladığı, üç eteğinden dökülen şiirlerin, yurdumun dört yanında; baharla birlikte boy veren allı morlu gelinciklerin, yorgun bir köylü nefesinin, ibriklerden taşan, güğümlerde çoğalan, çıra kokulu, püren kokulu çağıl çağıl suların, susuzlukları unutturan, kırılgan bir temmuz güneşinin, ağustos güneşinde eriyen bedenlerin ve bir üzüm asmasından kırılarak gelen yumuşacık yastıklara düşen güz yeli düşlerin, düşlerde dinlenen yorgun bedenlerin…
Ya bugün yaşasaydı… Korkunç… Bugüne bakan bir Kutlay Alan düşünemiyorum bile… Bir sürü naylon beyazlığı… Fotoğraf karesinde bile görmeye tahammül edemeyeceğimiz bir yığın Anamur Ovası… Esmer lekelerden izler kalmayan bir gökyüzü. Çıkıp baksaydı Ata Tepe’nin, Torosların zirvesinden… Gözleri tahammül edemezdi… Ne yapardı… Nereye çatar, nereye kaçardı?
“Bir yanım apaydınlık / Bir yanım katran kara! Aman da aman!” diyerek; son bir kareyi daha ölümsüzleştirdi deklanşörünün ucunda ve tutup soluğunu “Dünya değişiyor dostlarım!” diyerek günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceğimize üzülerek; günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceğimizi hissederek sezerek; benden hikâyesi…” diyerek onlarca, yüzlerce, binlerce fotoğrafı bırakıp gitti sessizce…
“Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi…” diyerek atladı Anamuryum’un sularına Kutlay Alan.
Derinliklerde amforalar gibi derin, sessiz, iz bırakmadan… Yitip gitti…
Bugünleri sezmiş olmalı…
Gülden Mahmud kimdir :1977 Yılında Anamur ´da doğdu. İlk ve Ortaöğrenimini Anamur’da tamamladı. Atatürk Üniversitesi Kazımkarabekir Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölünden 2000 yılında mezun oldu .İlk olarak Anamur Güngören İlköğretim okulun da göreve başladı. Daha sonra Gaziantep, Edirne ve İstanbul’da farklı okullarda Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir çocuk annesi olan Gülden Mahmud 2017 Eylül ayından itibaren Valide Sultan Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde müdür yardımcısı olarak görevine devam etmektedir.