GÖÇ DAYI
Gülden Mahmut
Naldöken Dağları serin. Birazdan yağmur inecek. Usul usul yağacak sedirin, ardıcın,
çiğdemin, ince çayırların üstüne. Akdeniz mavi mavi tütecek sonra. Mavi mavi yanacak
obanın çocukları… Ovalı rüzgarlar esecek sonra. Dağ rüzgarları… Kekik, yarpuz, adaçayı
kokularını getirecek Göç Dayı’nın rüyalarına.
O, bu dağlara sevdalı. Herkes para pul derdinde. Allı morlu; şanlı sözlü gün derinde. Göç
Dayı bu toprakların derdinde. Sevdaların sevdalısı. Dağlara, taşlara, ak kayalara. Toprağa,
otlara, yurtlara; tavşana, kekliğe, yılkıya. Toroslar’ ın maralına. Toroslar’ın yılkısına.
Toroslar’ın masalına… Şarkısına en çok da. Naldöken Dağlarına!… Binlerce yıldır, on binlerce
yıldır sürecek bir sevda.
Ahir zamanlarda anlatılan bir masal vardır. Uygur Türklerine ait bir masal. Derler ki; ‘’Vakti
zamanında, evvel zamanlarda, kalbur zamanlarda Hulin adlı bir dağ vardır. Eteklerinde de
Togla ve Selenge adlı iki ırmak uzanır. Bu iki ırmağın birleştiği yerde Kumlançu denilen bir
tepe vardır. Buralarda birbirine çok yakın iki ağaç büyür. Bu ağaçlardan biri kayın ağacıdır. Bir
gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düşer. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu
ışığı görürler, ürpererek izlerler. Kutsal bir ışıktır bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kalır.
Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyür,
kabarır. Ağaçtan, çok güzel türküler gelmeye başlar. Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire
yarılıverir. İçinden beş küçük çocuk çıkar. Çocukların ağızlarının üzerinde de asılı birer emzik.
Onlar bu emziklerden süt emerek büyürler. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve
halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterir. Bu beş çocuğu Tanrı’nın gönderdiğine inanırlar.
Sonra da içlerinden birini kağan yaparlar. Ve yıllar yılları kovalar. Bir gün gelir, kağan oğlunu
evlendirmek üzere Kutlu Dağ adlı bir dağdan koca bir kaya parçasını düğün hediyesi olarak
verir. Oysa ülkesinin tüm varlığı, Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Kutlu Dağ
kutsal bir kayadır. Ülkenin mutluluğu bu kayaya bağlıdır. Kutsal taş Türk yurdunun bölünmez
bütünlüğünü temsil eder. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak, ülkenin
tüm mutluluğu yok olacaktır. Ama kaya, kolay kolay sökülüp götürülecek gibi değildir. Bunu
gören ülkeler kayanın çevresine odun kömür yığarlar, kayayı ateşe vururlar. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ederler. Her bir parçayı alıp, ülkelerine götürürler. İşte, ne öolduysa o zaman olur. Türkeli’nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanı dile gelir; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlatırlar, ağlarlar döş vurup yaka yırtarlar.
Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kağan da ölür. Bir hiç uğruna çekinilmeden
bağışlanan yurdun kayası, yurdun felaketine neden olur. Halk rahat yüzü görmez. Irmaklar
birbiri ardınca kurur. Göllerin suyu buğulaşıp, uçar gider. Topraklar kurur, ürün vermez olur.
O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir
ağızdan “Göç! Göç!” diye çığrışmağa başlar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmayla, yola koyulup, yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç edip
giderler.’’
İşte bu her gece gündüz Göç Dayının Naldöken’in kuytuluklarına, dağ doruklarına, canlı
cansız dostlarına, dağ rüzgarlarına, asma gölgelerine, bakır sahan, kıl heybe, yorgun sulara
anlattığı masalıdır. Aslında tüm yeryüzünün, tüm gökyüzünün masalıdır.Top top bulut
kümelerinin, mavi mavi yanan ırmağın masalıdır.
Göç Dayı bu dağların, ağaçların, bitkilerin, otların; kurtların kuşların kara sevdalısıdır. Göç
Dayı bu masalı da bilir. Yüreği güp güp atar. Gözünde hep dağlar tüter, dağlar yalp yalp eder,
ışığa keser. Som altın bir ışıktır bu. Karnını doyurmanın dışında köye uğramaz, kimseciklerle
de konuşmaz. Hoş herkesten az farklıcadır. Kafası, ruhu farklı çalışır; başka türlü hisseder.
Göç Dayı, yaşamak öğrenmiştir, sevmek öğrenmiştir Göç Dayı, gülümsemek öğrenmiştir.
Susmak öğrenmiştir. En çok da susmak. Bunu yaşamın içinden gele gele, süzüle süzüle en
derinden, en dehşetli, en sancılı şekilde doğanın içinden öğrenmiştir. Ardıçlardan, sedirden,
ceylandan, yılkıdan öğrenmiştir. En çok da Naldöken Dağın’dan. Naldöken’den sevdayı
öğrenmiştir.
Ta şafak sökene değin, yüreğinde bir top bulut harmanıyla gözünü yummaz. Hiç
uyumadan sabahı eder. Kabarcıkların, acı çiğdemin, defnenin ince uçları ışığa batmaya
başladıktan sonra doğrulur. Irmak kenarında yüzünü ovar, yuğar; gününe devam ederdi.
Gecenin koyu lacivert koynunda o, tüm canlı cansız mahlukatın rüyasından sıyrılmasını da
bekler rüyalarla, düşlerle, masallarla mayalanmış bir geceden rengarenk düşlerle batmış
Naldöken’in diri bedenine kendini bin sevinçle verir; yollara düşerdi tüm dört ayaklı, kanatlı
dostlarıyla. İşte Göç Dayı’nın güne harlanışı böyle gümbür gümbür, yalp yalp, ışık ışık başlardı.
Yüreğinde bin top ateş gülü Göç Dayı. Bu yurtlara bu dağlara bu canlara sevdalı… İlk ışıklarla
birlikte, tüm canlı mahlukat da onunla birlikte dünyaya yeni gelmişe dönerdi.
İşte bu elleri, bu gözleri dağların. Bu dimağında hiç tatmadığın sevinç. Şiir demetiyle Göç
Dayı kendi masalıyla, bu kuş uçmaz kervan geçmez koyu yeşil diyarlarda, kendi
suskunluğunda yanardı. Ve içi içine sığmaz bir halde karnını doyurduğu sofralardan kalkar; bir evvel zaman masalının ırmak kenarlarında su içen deli taylarına dönerdi. Köy ahalisi günlerce bazen ondan haber almaz ama güvenli dağ koyaklarında olduğundan da emin bir halde bağdaki bostandaki işine devam edegiderlerdi. Göç Dayı yaşamak bilir, sevmek bilir, susmak bilir, anlatmak bilir… Bir masalın en can alıcı noktasını susarak anlatmasını çok çok iyi bilir.
Birgün kasabanın ileri gelen göbekli kodamanları, yanlarına muhtarı ve imamı da alarak
göründüler Göç Dayı’nın diyarında. Yanlarındaki ecnebi bir para babasıyla. Her şeyi bilmiş,
her şeyi sevmiş, her bir şeyi yaşamış, her bir şeye de sahip olacağından emin bir açgözlülük
ve ukalalığıyla süzdüler dağları yurtları. En çok da Naldöken’in bağrına diktiler gözlerini
iştahla kısarak. Muhtar efendiyle bir iki sidikli ihtiyar ve köy imamının, fazla karlıca bir
hainliğin yanıp sönüşü vardır gözlerinde. El pençe divan durdular koca göbekli ve ecnebi
soytarısının karşısında. Her birinin gözlerinde kesip biçtikten sonra, dağlayacakları sırtlardan
maden ocaklarından elde edecekleri servetin heyecanı, iştahı yanmaktaydı. İştahla kabaran
ruhlarını biran önce doyurmanın hırsıyla; Naldöken’in en yanıp kavrulan noktasına Göç
Dayı’dan kendilerini götürmelerini istediler. Bu yamacın en kolay yolu nerededir ey Göç. Bir
deyiver de düş önümüze hele!… Göç Dayı; elleriyle göğe doğru koca koca kavisler çizerek,
heyecan ve mutlulukla az önce akan nehrin kıvrımlarından ulaşacağı dorukları gösterdi.
Sıçraya sıçraya masalına ortak olacağını zannetiği heriflere yol tarif etmeye çalışıyordu.
Muhtar ve imam iştahla bu yamaçlar; ahan da bu sırtlar, şuracık; tümden silme maden. He
He…Silme maden. Hemi de altın… Pırlanta… Hemi de gök yakut… Sahiden öyle değil mi hı
…Söylesene … Sahiden… Hı… İmam efendiyle birlikte birbirlerini tastikleyerek ecnebiye
satacakları toprakları övmeye koyuldular. Gözlerinde yanan ışıklarla ‘’sahi maden, saf, öz
maden. Hemi de elmas gibi… Laciverdi, zümrüdü… Keskin bıçak sırtı gibi paralayanından. ‘’
Ecnebinin, imamın, ve diğer kodamanların tavrında sahip olduğu daha da sahip olacakları
renkli koskocaman paracıklar sırıtıp ışıldıyordu. Göç Dayı’yı akıllarınca önlerine katarak esas
hazineye ulaşmak için yola koyuldular. Göç Dayı ne bilsin. Göç Dayı sevdalı. Hemi de kara
sevdalı. Aklı darman duman. Alabildiğine. Dahası mı kendi gibi de sevdalı sanır tüm bu
adamları… Ama doğa tanırdı dağ rüzgarını ve avcı avını. Kuş palazı konacağı kayayı.
Yağmur ince ince yağacak demiş miydim? Sahi ya demiş olmalıyım. Lakin bir tuhaflık az
sonra hissedilmeye başlamaz mı! Önce Göç Dayı’nın gözlerinde, düşlerinde; sonra masalında
başladı bir tuhaf huzursuzluk. Taşların üzerinden sıçrayarak, ak kayaların üzerinde
ilerlemesine ilerliyordu ya; kurt kuş; geyik, yılkı, sincap, tilki yok oluvermişler idi birden
ortalıktan. Birden sesizliğe, hiçliğe gömülüvermişti Naldöken’in kuytulukları. Koca Dağ;
muhtarı, imamı öteden görmeye başlayınca somurdanmaya başlamış; başına kara kara boz
bulutları da dolamıştı. Öteden beridir hazzetmezdi bu iki şeytan kılıklı imam ilen muhtarı. Bir
de yanlarında kokusu rengi, duruşu, bakışı yabancı adamlar. Ellerinde banknot dolu
çantalarıyla, Göç Dayın peşi sıra ilerliyorlardı. Oysa bu kuytuluklara, Toroslar’ın bağrına usul
usul ilerleyerek gidilirdi. Lakin ecnebinin ellerine saydıkları banknotlardan aldıkları güvenle,
hızlı adımlarla toprağı ezerek ilerliyorlardı tüm hakları ellerinde sanarak dağ sırtında.Tüm
canlı cansız mahlukatın kendilerinde yol göstereceğinden emin, şımarık sırıtmalarıyla koyu
yeşilin içinde kayboldular. Dağ bu herifleri görünce tepesine topladığı kocaman kara
bulutlarla asık suratlı bir cellad kesildi birden. Herifler yeşile bata çıka daha da yukarılara
ilerlemeye devam ederken; karayel, poyraz daha da çoğaltarak karatılarını, adamların
suratına çarpmaya,omuzlarını silkelemeye başladı. Sanki sokak ortasında arıza çıkaranlara
ince bir ayar veren Keşanlı gibi. Ormanlar, ağaç dalları, dikenli böğürtlen, sandal ve makiler
ayaklarını dalarken; ak kayalar da diş bileyip hırladılar.Yağmur tüm şiddetiyle birlikte geldi
sonra. Bir de fırtına; adamları keskin bıçak sırtı kayalara çarpınca, ilkin ecnebinin dudağı
patladı kan fışkırtarak. Damarına bastıkları dağın taşın kayalıkların tam üzerinde koskoca bir
gök gürlemesiyle çakan yıldırım da her birini bir yana fırlattı. Bazı keskin kayrak taşlarının da
çoktan tepesi atmıştı ki adamların üzerine yağmaya başladı. Dikenli dallarıyla
sedirler,ardıçlar,sandallar tüm sidikli göbekli bu herifleri pataklayıp hırpaladı. Dağ dorukları
durur mu hiç. Onlar da hiç durmadan böğürüp avazlanıyor, her bir şeyi afet olup suratlarına
çarpalıyordu. Naldöken başına gelecekleri önceden kestirmiş ben senden hesap sormaz
mıyım ey insanoğlu dercesine doruklarından koca, keskin ak kızıl kaya parçalarını salıvermişti.
Tüm sertliği, sivriliği, kesiciliği, kırıcılığıyla birlikte vuruyor, kırıyor, kesip, biçiyor, parçalıyordu.
Koca göbekli kodamanlar, sidikli muhtar ve imam efendi dağı öve öve bitiremeyen bir iki silik
tipleme ne yapıp nereye kaçacaklarını bilemez vaziyette; af buyurun altlarına yapmışçasına;
ecnebi bozuntusunu da kolundan tuttukları gibi kaçtılar. Her birinin ağzından cehennem
burası cehennem, kıyamet kıyamet, ahir zaman feryatları dökülerek yitip gittiler.
Az sonra gün duruldu, güneş ışıklarını yine ince sedir uçlarının üzerine düşürmeye;
hayvanlar birer ikişer yurtlarında görünmeye başladıktan sonra Naldöken Dağı som gümüş
ışığa kesti. Toros Dağları’nın içi som altın. Gökte top top bulutlar. Bir ateş ormanı, bin ateş
ormanı koyu yeşil gölge. Gün gülümsedi Göç Dayı’nın teninde. Göç Dayı bile şaştı kaldı az
önceki bu işe. Doğayı peşkeş çekmeye yeltenenlere, sevdalısı Naldöken iyi bir ders vermişti.
Derler ki; ahir zamanlarda bir dağ vardır. Dağın eteklerinde bir ırmak akar. Bu dağların
yamacında bir kaya parçasını yaban bir ülkeye vermeye kalkarlar. Dağ taş kurt kuş yalvarır
yakarır da seslerini duyuramazlar. Kıtlık kıran vurur geçirir. Halk açlıktan ölür gider.
Ölmeyenler de derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmayla, yola
koyulup, yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç edip giderler.’’
Göç Dayının ise masalı bu dağlarla koyun koyunadır. Geyiklerin, kuşların, sedirin, ardıcın,
böğürtlenin, yavru palazın sevdalısı; dağın isyanına hayret eder kalır. Şaşkına döner… Susar
kalır. Sonra her şey diner. Her şey susar. Doğa canlanır. Bir mavi yaşamak olur bildiğin.
Uzanıverir gölgesinde aydınlığın. Bir yonca kokusu, bir dağ uğultusu, ardıç torusu, sedir
korusu, üveyik kuşu, sütleğen, acıçiğdem ve Göç Dayı’nın dudağında bir masal. Bin masal…
İşlek ardıç serinliği, çiçek uğultusu. Akdeniz maviye keser sonra bir daha… Masmavi düşlerle
ovalı coçuklar… Obalı rüzgarlar Göç Dayı’nın masalını fısıldarlar öylece Naldöken’in
eteklerinde. Karağa, Gökçebelen, Çaltıbükü’nün zirvelerine. Yeni uyanmış, dallarımda küçük
yeşil tomurcuklar oluverir masallarım bir gecede Toroslar’ın başında, sonsuzluğun kollarında
o vakit. Üstüne bu ıssız koyaklar, yurtlar. Şu akan dere… Mavi göğ, derin göğ, ulu göğ, yeşil
dere… Yalnızlıklar ve suskunluklar ve dürülmemiş bir bir seccade uzanıverir Göç Dayı’nın
yüzünde. Al işte yaşamak… Al işte sevmek… Al işte sevilmek… Al işte hiç ölmemek bu
yurtlarda, bu koyaklarda, bu rüzgarda,bu vatanda.Öylesine dehşetli, öylesine güzel…Al işte
seyreyle…
Günlerden öylesine bir gün Naldöken Dağı eteklerinde… Üzerine öylesine bir tarih düşeriz
biz de; Göç Dayı ve sevdası Naldöken Dağları diye!…
Göç Dayı nın bir görüntüsü.
Göç Dayı nın Orta Toros lar da uğrak yerlerinden birisi.
Naldöken Dağları : Konunun geçtiği Orta Toroslarda bir dağ gurubu
Gülden Mahmut kimdir :1977 Yılında Anamur ´da doğdu. İlk ve Ortaöğrenimini Anamur’da tamamladı. Atatürk Üniversitesi Kazımkarabekir Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölünden 2000 yılında mezun oldu .İlk olarak Anamur Güngören İlköğretim okulun da göreve başladı. Daha sonra Gaziantep, Edirne ve İstanbul’da farklı okullarda Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir çocuk annesi olan Gülden Mahmut 2017 Eylül ayından itibaren Valide Sultan Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde müdür yardımcısı olarak görevine devam etmektedir. Şairdir , birçok makale ve kitapları vardır.