Yazarlar-Konular

DEDİ KUZGUN: “BİR DAHA YOK!*

BİR “GÜZEL YAŞAM SAVAŞIMI” ÖYKÜSÜ


   * Edgır Elın Po’nun Kuzgun-adlı yırından.

Gökhan Çağlayan

                                          Yaşamkıranların elinden çok çekmiş, çeken, bütün       

                                          iyileri esirgeyegelen Doğa Ök’e…

            Sen yılmazlığınla kal, kötülüğe yengi çal, yoldaşlarını yanına al da

                 çık sonsuz yolculuğuna, sevgiyle kanatlanarak gözlerinde yıldızlarla.[1]

   Kırk-yedi yıldır oturduğumuz çokkatlı yapının yanıbaşındaki öbeğin önünde bulunan – bütün o yeşil kıyımlarından artakalabilmiş – yeşil alan da yaşamkıyarlarca yok edilme çekincesi altında bulunuyor olmuştu. Demek bizimkine bitişik çokkatlı yapının taban katında açılmaya çalışılan bir buluşmaevi ya da “kötülük yuvası” için oraya kötü mü kötü göz dikilmişti. “Yaşam öldürmecileri” bu kötücülce isteklerini gerçekleştirirse – daha önce kaç kez olduğu gibi – ora da büsbütün yok edilecekti. Oysa ben oraya – ileride bu çekincenin ortaya gelebileceğini bildiğimden – bir bölümü ağaç dikmeleri olmak üzere birçok bitkiyi kendi elceğizlerimle dikmiştim, daha çoğunu dikmek istiyordum da. (Üstelik benim diktiklerimin çoğu tutmuştu.)

   Bu, uğrunda savaşım verilesi bir “dilev”di. Şundan ötürü..: Toprak kutsaldır: Yeşil alanlar hiçbir biçimde, nedenle yok edilemez, ettirilemez. (Varolan yeşil alanları titizlikle koruyup geliştirmek, giderek eskisiz yeşil alanlar yaratmak gerekir. Bu, bütün kişiler için bir “ödev”dir. Ancak, yaşamkıranlar bunun tüm tersini yapagidiyor. Böylece olan biz iyilere, giderek yaşama oluyor. Demek yaşam hızla öl[dürül]üyor. [Yaşamkıranlarsa kendi kuyularını kendilerinin kazdığının ayrımında değil. (Ne de olsa hepsi aymaz, giderek dangalak.). Demek yaşam ölürse onlar da yok olacak. Onlar yok olmalı da. Gelgelelim bize, öbür suçsuz dirimlilere, demek yaşama yazık!]). Dahası, baş kes, yaş kesme. Toprağını ele sele verme. Ağacı besleyen toprak, toprağı besleyen yaprak. Toprağı, yeşil alanları yok eden de, ettiren de onmaz, batar…

   Son olarak oraya bir dikmelikten satın aldığım, bir ağaççık türü olan kokulu yoncayı dikmiştim. Ancak, onun da yeter gelmediğini, gelmeyeceğini duyduğumdan, Güzeller Sekisi’nin karşısının ötesine boylanıp oradaki çamlıkta, sıtmaağacı bükünde, onların dolaylarında bizim kurtarılması gereken yeşil alana dikebileceğim bir bitki, demek gene bir ağaççık ya da çalı bulup onu oradan sökerek getirip kendi çekince altındaki yeşil alanımıza dikmek üzere sözünü ettiğim yere doğru – keserle, ufak bir kürekle, onları içeren bir çantayla – yola çıktım. Doğallıkla yayan…

   Gelgelelim bildik bitikliğimin, itikliğimin, yitikliğimin bende yarattığı “tin üşümesi” enikonu dayanılmazlaşmıştı. Tek-başınalık en büyük baş sıkarım olup çıkmıştı işte. Ne yaparsam yapayım ondan kurtulamıyormuş gibiydim de. Üstelik gerçekten bir “umar” yoktuysa, bulunamayacaksa uğraşmayı, demek savaşım vermeyi bir yazakta bırakmalıydım: Boşu boşuna bitkin düşüp yıpranadurmaktan bıkıp usanmıştım. Bu son-kerte tiksinç, ürkütücü topludurumdan kurtulup o kötül gidişe bir son verme baskısındaydım. Yoksa işim hepten bitecekti. Ancak, bu sorunlar batağından kurtulmak için tüm olarak neleri yapmalıydım? Arada bir “kurtuluş”un büsbütün olanaksız, olasısız bulunduğunu ağır ağır düşünüyordum da. (Bu düşünce beni en yaman ürküye düşürüvermekteydi.). Gene de, çıkar bir yol bulasıya çabalayasım, o çıkar yolu hiçbir biçimde bul(a)mayacaksam uğraşmayı tümden bırakasım vardı. Bu düşüntülerle yolun kıyısında yürüyor, yürüyorken batırılıp bitirilen ülkemizin yürekler acısı durumunu gene gözlemleme olanağını buluyordum. Buysa içimi daha çok acıtıyordu. Doğrusu, acınası içim acıya acıya tüm bir acılığa dönüşmüştü!

   Çevre yolundaki sıçan yarışı, yaklaşan gece başlangıcıyla hızlanıverip sırıtmaya başlamıştı; ırmak kıyısında – Adana’nın kalabalıklaş(tırıl)masına koşut bir biçimde, dahası, sözde yerel yönetimin “seçim yatırımları”ndan biri olarak – yapıladuran yollar, kurulagiden güzelsiz mi güzelsiz geçiler alabildiğine gönül-bulandırıcıydı. (O işlerin görülebilmesi için – daha önce – ulu ağaçların kesili-kesiliverdiğini görmemse yüreğimi enikonu yakmıştı.). O gün Güneş büsbütün çıkmıştı. Gelgelelim o bile eskiden olduğu gibi umut-verici, yürek-ısıtıcı, yaşatır değildi. Doğrusu, son sürevlerde, demek yaşamın hızla öldürülmeye başladığı bir dönemde en güzel nenler bile olumsuz duruma gelir olmuştu. Üstelik süremler kendi neliklerini yitirerek adları var, kendileri yok nenler olup çıkmıştı. Nitekim o gün – gerçekte – bir karakış günü olmasına karşın – sıcaklık bakımından – çocukluğumdaki ilkyaz ortası günlerinden ayrımsızdı. Ben yürümeyi sürdürüyordum; gene yüreğimin götürdüğü yere gidiyordum. Durup dinlenmek ya da bir yerde oyalanmak için sürev(im) yoktu: Yaşam bekle(ye)mezdi! Dahası, evde öküm tek başına beni bekliyor olduğundan o iyilikli işi olabildiğince tez bir biçimde kotarıp eve dönme baskısındaydım. (Ökümün evde neden tek başına kaldığı, ayrı bir “acıklı öykü”nün konusudur. He, gözüm gene arkada kalakalmıştı. Ancak, buna ben yol açmamıştım; ben öyle olmasını istemezdim de; dahası, benim istediğim onun tüm karşıtıydı. [Bakarsınız, bir gün o konuyu da yazılı olarak uzun uzadıya dile getiririm.])

   Böylece Eskibüğet’in yanından hızla geçtim. Irmak kıyısına enikonu yaklaşarak yolumu sürdürdüm. O kesimde suyun düzeyi – bu aylarda olageldiği üzere – en alçak durumunda bulunuyordu. Gelgelelim balıkçılar – yazık ki! – o gün de eksik değildi. Onlara bakmaksızın, ancak, içimden bütün yaşam öldürmecilerine evrenin en ağır ilençlerini yağdırıp avcıların yanından seğirterek Güzeller Sekisi’ne doğru gidiyordum. O hızlıca yürüyüşümle çok geçmeden oraya vardım. Güzeller Sekisi, o gün sıçan yarışçılarınca “işgünü” (!?)  sayıldığından, ıssızcaydı. Gene de, ortalık çöpten geçilmiyordu. Dahası, oraya da “bırakılmışlık”, “unutulmuşluk” ile “yitmişlik”  egemendi. Sözde yerel yönetim orada handiyse hiçbir sunarlık vermez olmuştu anlayacağınız. Bilgisiz, bilinçsiz kişi bozuntularıysa orayı geniş bir çöplüğe dönüştürüvermişti. Oradaki – çoğalmaya başlamış olan – dokuncalı işletmelerse (?!) cabaydı.

   Güzeller Sekisi’nin aşağısından ya da dibinden geçiyorken o sekide, yolda bulunan, onyıllardır bomboş duran engin alanın bir kıpı önce gölge ya da orman ağaçlarıyla ağaçlandırılması gerektiğini, böylece oranın bir “ağaç denizi”ne dönüştürülmesinin ne denli yahşi bulunacağını bir daha düşünüp bu gerekliği, yahşiliği gönüllüsü olduğum çevreci örgüte bildirmek istediğimi anımsayarak o isteğimi olabildiğince erken gerçekleştirmeye varım verdim. (Bakarsınız, o iyilikli mi iyilikli işe ben ön ayak olurdum. Buysa beni pek kıvandırırdı.). Derken adı – saçma bir biçimde – Gençlik Geçisi olan asma geçiden geçerek öte geçeye vardım. (O geçinin sağlamlaştırılarak daha önce olduğu gibi sallanadurmasının önlenmiş bulunması, ayrıca o koşu-yürüyüş yoluna devitkenli taşıtların girip tozu dumana katmasının önleçlerle engellenmiş olması ufak birer “gelişme” sayılabilirdi. [Ben iyiye iyi, kötüye kötü derim. Demek alabildiğine gerçekçiyimdir.]. Ancak, oraların genel durumu gene içler acısıydı.). Söz konusu geçinin Yüreğir ağzında düşgeldiğim karışık, demek kadınlı erkekli, çocukların da bulundukları bir topluluk beni gene “öyküler” üzerinde düşünmeye itti: Onlar kimlerdi? Onların yaşamları niteydi, ne olacaktı? Örneğin o yaşantı salt onların belleklerinde mi kalacaktı? Ah, öykülenmeyen bir yaşam sürülmemiş sayılırdı! Öyleyse, biri(leri) – daha geç olmadan, çok geç olmadan, demek varolanlar da yokluğa karışmadan – bütün bunları anlatıp belgeleyerek kalıcılaştırmalıydı.

   Karşı yaka daha ıssızdı. Tek tük koşucular, yürüyüşçüler, ötede beride yiyip içen birileri, yeryüzü yağızyere dönüştürülmüşken bile sevinçli olabilen çocuklar (ah, benim sevinmezliğim de yitmeliydi!), ikitekerlerle geçip giden, gidip gelen ikililer… Kıyıdaki sıtmaağaçları bildik dayançlarıyla, dirençleriyle, güzellikleriyle, ululuklarıyla benim yanım yanım yanan gönlüme bile serinlik verebiliyordu. Doğrusu, geçeğimin o bölümünde – neredeyse gizemli bir biçimde – bir “olumlu erke alanı”nda bulunuyor olduğumu duy(umsa)maya başlamıştım. Üstelik bu daha önce de başıma gelmişti. Demek geldiğim yerden çok daha doğal bir ortam olan o yörede Doğa Ök, beni, demek bu acılı, sevgili oğlunu gene olanca sevecenliğiyle bağrına basıvermişti. Ondansa bundan özgesi beklenemezdi.

   Bu yeğleştirici – sayrılar içinse basbayağı sağaltıcı bulunan – etkiyi daha önce – handiyse büsbütün doğal bir ortam olan – Belemedik’teki gezilerimde çok daha güçlü bir biçimde duymuştum, duyumsamıştım. Demek başım çok bozuk, gönlüm pek çökük bulunsa da, ağaçların bol olduğu, öbür doğal oluşumların da yer aldığı, kendim dışında ıpıssız bulunan, gürültüsüz patırtısız bir yereyde, dahası. kalığın aklanık sayılabileceği bir yerde yukarıda sözünü ettiğim olumlu erkenin direnilemez etkisi altına girerek o erkeyi iliklerimde duymuş, onu soğurdukça soğurarak gövdemdeki bütün gözeleri onla bütünüyle doldurmuştum. Bu, Doğa Ök’ün onduran elini tutmaydı; Doğa Ök’le durumdaş, yerdeş olmaydı; bunların bende yarattığı esenlik duygusuydu, gövdesel onumdu; giderek iyi, demek gerçek bir kişinin asal özüne ya da ilk yuvasına dönmesinin kendisi için sağladığı aydınlanmayla “kurtuluş yolu”na koyulmasıydı, giderek – hani yok mu! – “yitik ongunel”e dönmeydi. Daha ne bulunuyor olaydı! O kıpılarda oracıktaysa Belemedik deneyimlerime benzeyen bir yaşantı geçiriyordum. Buysa bana pekiyi geliyordu.

   Ortalık yavaş yavaş kararıyordu. Ben su kıyısından uzaklaşıp o içerlek koruluğa yöneldim. Arada bir birkaç koşucuya ya da yürüyüşçüye düşgeliyordum. Kuşlar birdenbire ivecenleşmiş, tünek arıyor ya da olağan tüneklerine konu-konuveriyordu. Karaötecen o gündüzün sonuna değin sevinçli kalmaya ant içmiş gibiydi; tür adını bilmediğim, kendisini hiç mi hiç görmediğim, yalnızca ötüşünü tanıdığım o kuş gene incecikten ötüyordu; ölücül kargalar o kez yok sayılırdı; buna karşılık olarak karakargalar, demek kuzgunlar orada daha önce görmediğim kalabalık bir sürü durumunda gündüzün son kıpılarının tadını çıkarıyor, bu arada – kimilerine uğursuz, ürkünç gelebilecek – çığıltılarıyla yaygara kopararak öbür kuşların ezgilerine şaşılası yanıtlar veriyordu. Koruluk yolunda o bölgeden sökebileceğim bir bitki için bakalak olmaya başladım; yolun iki kıyısına da büyük bir uyanıklıkla bakıyordum anlayacağınız. Solda sıtmaağacı bükü vardı; o ağaçlar onyıllar önce oradaki bataklığı kurutmak üzere dikilmişti; dahası, türsel suculluklarıyla bu işi hepten başarmıştı. (Bataklıkların kurutulması, kişiler için – kısa sürede – yarayışlı olsa da nice dirimlinin yaşama ortamının yok edildiği bir uygulamadır. Bunu göz ardı etmemeli.).

  Sağdaki tepeciğin yamacında bir çamlık bulunuyordu. Doğallıkla iki yanda da başka bitki türleri dahi vardı. O kez bir ağaççık ya da çalı aradığımdan, o türlerdeki bitkilere yoğunlaşmıştım. Çok geçmeden yolun sağında, o kuru(tul)muş çaycık yatağında ereğim için uygun bir bitkiyi ayrımsadım. Bu, dikenli bir ağaççıktı. Yanıbaşında o türün erişkin biçimi ya da durumu bulunuyordu. Besbelli körpe bitki, onun ekeceğinden türemişti. O çevrede daha iyi bir bitki bulabileceğimi düşünerek o yolun bitimine değin yürüdüm. Ancak, ondan iyisini göremedim. Böylece gerisin geri gidip o dikenli bitkiyi yerinden sökmek üzere sözünü ettiğim eski çaycık akağına indim. Önce bu işi yapmamın doğru olup olmayacağını kesinlikle anlamaya çalıştım. Şundan ötürü..: Doğaya hiçbir dokunca vermek istemezdim. Demek kaş yapayım derken göz çıkarmamalıydım. Sonra oracıkta körpe bir çamın, böğürtlenin dahi bulunduğunun ayrımına varıp bizim “dikeneğacı”nı oradan sökmemin dokuncalı olmayacağını, giderek yanındaki çamın serilip serpilmesine olanak vereceği için yararlı bulunacağını kavrayıp sökme işlemini gönül erinçliliğiyle yapmaya giriştim.

    Bu arada karanlık basmaya başlamıştı. Ben o gencecik olmasına karşın toprağın derinliğine sıkı sıkıya kök salmış bitkiceğizi yerinden çıkarmaya çalışıyorken toprakla doğrudan doğruya ilişki kurmamın bende yarattığı olumlu duygular, düşünceler o doğal ortamın bana verdiği olumlu erkeye katılarak benim “güzel yaşam savaşımcılığı”mı biliyor olmuştu. Toprak özlü, un gibi bir topraktı; dikenağacını söktüğüm yerden çıkan toprağı yanımda götürüp o bitkiyi dikeceğim yerde kullanacaktım. Böylece onun tutmasını kolaylaştıracaktım. Uzun uzun uğraştıktan sonra bizim dikenağacını sökebildim. Ben o işle uğraşıyorken gece başlangıcı oluvermişti. (Gene bir gönüldeş bulamamıştım! [Şu geçen süreve yazıktı!]). Karanlık basınca soğuk çıkmış, sona kalmış, gelgelelim donakalmak istemeyen kuzgunlar son çığlıklarını kopararak dinlenmek üzere tüneklerine çekilmeye başlamıştı. Ayrıca orada benim dışımda kimse kalmamıştı. Bu, çoğu kişiye ürkünç, ürpertici gelebilse de benim için öyle olmamıştı: Ben Doğa Ök’ün koynunda onat bir iş yaptığımı bildiğimden – en azından o bakımdan – erinçliydim. Dikenağacını, köklerini olabildiğince uzun tutup söktükten sonra yanımda taşıdığım çantaya o bitkinin kendi toprağıyla yerleştirerek bizim evin yolunu tuttum.

   Eve dönüyorken karmakarışık duygular, düşünceler içindeydim: Bir yandan umut besliyor, kurtulacağıma, kurtaracağıma inanıyor, bunları biliyor; öbür yandan hızyolundaki, çevre yolundaki usalmaz, gönül-öldürücü sıçan yarışını görerek kopkoyu bir umutsuzluğa düşüyor, enikonu bezginleşiyor, savaşım vermeyi bir çırpıda bırakmak istiyordum. Gerçekte umudumu kıran, beni bezginleştiren, bana uğraşmayı bırakma isteği veren nen – büyük ölçüde – içinde bulunduğum “tek-başınalık kipi”ydi. Bundan ötürü doğruluk, güzellik ile iyilik yolunda “örgütlü savaşım” veredurarak yaşamı öl(dürül)meklikten kesenkes kurtarmak, böylece saltık erince kavuşmak gerekiyordu.

   İlk yuvam olan doğadan bildik yuvam olan evime dönüyordum. Oralara değgin eski, çok eski anılar belleğimde dirimleni-dirimleniveriyor, onlar ile onların yaptığı çağrışımlar beni ağı gibi, karşılıksız mı karşılıksız üzünçlere boğuyor; bırakılmışlık, unutulmuşluk ile yitmişlik üçlüsü kuşatılmışlıkla birleşerek bana büyük acı ile derin üzüntü veriyordu; gene de, tinimin derinliğinde kurtulma umudunu beslediğimden, dahası, biricik umarın “sevi” olduğunu bildiğimden yılmıyor, direşiyor, karşı koyuyor, bütün bu olumsuzluklar yüzünden büsbütün tükenmemeye çalışıyordum. Çevre yolundaki sıçan yarışı ya da kirletken taşıt ırmağı karnımı bulandırıp bende kusma isteği uyandırıyordu: O bir kötücül zırdeliler boğumuydu. “Evden işe, işten eve, tükete tükete, tükene tükene…” kipinden çıkamayanlar, demek başakçacılığın yarattığı sıçan yarışçıları – gerçekte – en ağır suç olan “yaşamı öldürme”nin bellibaşlı işleyicileriydi. O dizilde ırmak kıyısındaki kuzgunların bütün o yaygaralarıyla “Bir daha yok!” demek istediğini, dahası, dediğini anladım. He, bir daha yoktu. Demek daha çok yanlış yoktu, daha çok yit(ir)mek yoktu. Başkaca gönenme aralığı sonunda gelmişti.

   Eve gene hızlıca yürüyerek döndüğümde aç, susuz, bitkin mi bitkin, handiyse yıkkın bulunuyordum. Gelgelelelim buna değmişti. O gecenin bitiminde, tanyeri ağarmadan bizim dikenağacını yok edilmek istenen yeşil alana dikecektim; öylece bir kişi, oturan, yurttaş olarak bu bakımdan kendime düşenlerden birini daha yerine getirmiş bulunacaktım. O karanlıkta, ayazda dikenağacını oraya dikip ona dirim suyunu umutla döküyorken oralarda geçmiş çocukluğumu(zu) gene anımsadım da yüreğim cız etti. İçimi kötülere, onların kötülüklerine karşı yeğin mi yeğin bir tiksinti bürüyüverdi. Ancak, iyiler için varolan sevgim çoğalıp gönlümden taşarak bütün evrene yayılıverdi. Dikenağacını, oradaki öbür bitkileri, dokunabildiklerime incelikle dokunup onları kutsayarak esenlememin ardınca konutumuza dönüyorken yapıp ettiklerime karşılık olarak Doğa Ök’ün beni kutsayıp kutladığını, giderek kolladığını biliyor, o bilginin verdiği dirlikle, güvenle, inançla çetin bir savaşım gününe daha başlayabilmek için kendimde güç toplamaya çabalıyordum.

   Daha yapılacak pek çok iş, çözülmesi gereken nice sorun, demek sona erdirilecek bir karabasan ile görülecek güpgüzel günler vardı. Biz oğuzlar yavuzların yavuzluklarına karşı hepimiz birlikte savaşım veredurarak kendimizi de, yaşamı da bu alçaltıdan, yiteğenlikten, yitirgenlikten, giderek tükel yok-olumdan kurtarma baskısındaydık. Şundan ötürü..: Bunun “öte”si bulunmuyordu. Ne de olsa bilge Kuzgun daha başlangıçta – olanca tedirgin-ediciliğiyle – doğru doğru dosdoğru söylemişti: Bir daha yoktu! O yoksuluk, yoksulluk, yoksunluk içinde bir daha var olamazdı da.

                                                     2025 Ocağı

                                                     Seyhan

                                              (İletişim için..: yedigir@hotmail.com)

1976’da, Adana’da doğdum. İlkokulu, ortaokulu, ortaüstokulu özdeş

yerleşekte bitirdim. Çukurova Üstokulu Tutumsal, Yönetsel Bilimler

Kolu İşletme Bölümünün 1998 çıkışlısıyım. 1999’da, Amasya’da

“kısa dönem eğitim çavuşu” olarak görev yaptım. 2015’te başladığım

Anadolu Üstokulu Açıköğretim Bilimliği Türk Dili ile Yazını

Bölümünü 2019’da bitirdim. (Şimdi Türk dili ile yazını alanında

üstyetkinlik öğrenimi görmek üzere başvurmuş bulunuyorum.).

Adana’da yaşamaktayım. Amasya’dan Adana’ya döndükten sonra

bana akça kazandıracak uygun bir iş bulamadım. (Şimdi evde

çevirmenlik yaparak ya da ona benzeyen bir iş görerek geçimimi

sağlamak üzere bir arayış içinde bulunuyorum.). Gelgelelim bana göre

“yaşama”, bizim tek işimizdir; dahası, ben çalışkan, iyilikçi bir

kişiyimdir, demek boş durmam, yalnızca iyilik yaparım. Nitekim

örneğin öteden beri dille, yazınla ilgileniyor; son yıllarda – daha çok –

deneme, kısa öykü ile yır yazıyorum. Yad dilim İngilizce, ökdilim

Türkçe. Dilimden anlaşılacağı üzere, doğru, öz Türkçe yanlısıyım;

dahası, dile en çok özenin gösterilmesi gerektiği kanısındayım.

Okuma-yazmanın yeğleştirici, kıvandırıcı, kimileri içinse sağaltıcı

etkilerinin var olduğunu pekiyi bilmekteyim.

Özengen dilci-yazıncıyım. 2011’den başlayarak Çağdaş Türk

Dili’nde, Türk Dili Dergisi’nde, Türkçesi Varken… ağ bölgesinde,

Yeni Adana gün yazısında, Kibele Kültürü ağ bölgesinde, Güney

dergisinde… yapıtlarım yayımlandı. (Açık öğretimle ilgili bir

yarışmanın okunmacında bir denemem yer aldı.). 2013’te Elde Var

Yalnızlık-adlı öykü okunmacım çıktı. 2015’te Özden Söze adını

taşıyan deneme okunmacım yayımlandı. 2016’da Etyemezlik-adlı

araştırma-inceleme okunmacım basıldı. Gene 2016’da Umut Yaşamın

Öbür Adı adıyla bir anlatı okunmacım çıktı. 2017’de beşinci

okunmacım, ikinci öykü okunmacım olan Yazdan Artakalan

yayımlandı. 2019 Cumba öykü yarışmasında Yağmur Sıcağı-adlı kısa

öykümle “özendirmelik” kazandım. (Söz konusu öykü, o yarışmanın

okunmacında bulunmaktadır.). Okumayı, yazmayı, ayrıca çevirmeyi

sürdürüyorum.

Doğa tutkunuyum. Çevreciyim, yılkıtüketmezim, sıkı bir “güzel

yaşam ülkücüsü”yüm. Araştırmayı, eleştirel, sağlıklı bir biçimde

düşünmeyi, giderek kuram oluşturmayı, gülüntüçizi çizmeyi, ışıkçizi

çekmeyi, öğrenmeyi, yürümeyi, özellikle doğa yürüyüşlerini…

severim. Güzelsiz, kötü, yanlış hiçbir nene yoğum. Demek değerli,

gerekli, önemli, yararlı, dokuncasız biriyim; öyle kalacağım.

Gökhan Çağlayan


 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir