BİR İLKYAZ GECE BAŞLANGICI HACIKIRI DURAĞINDA BİR YOLCU…
Gökhan Çağlayan
Hacıkırı demiryol durağındaki – adını, soyadını öğrenemediğim – o iyicil demiryolcuya…
Geri baktığımda, içinde yürüdüğüm kırın görünümünü görüyorum. Gelgelelim o ayrımlı: Bütün ulu ağaçlar gitmiş. Onların kalıntıları var gibi. Ancak, bu, yaşamınızda anlam taşımış bütün o tanıdıklarınızın sizin içinizde bulunan gece başlangıcı kızıltısıdır.
Olaf Reks[1]
Adana’dan güneşiğileyin kalkan dizi taşıttan Hacıkırı durağında inip Belemedik’e değin yürüyerek oradaki duraktan gece başlangıcında gene dizi taşıta binip Adana’ya dönmeyi tasarlamıştım. Gelgelelim Hacıkırı’nda inip yanlış yollara saptığımdan, darboğazlardan geçerek, demek – bu yazıda anlatmak istemediğim – birtakım çekinceleri atlatarak Belemedik’e – o biçimde – boylanmamın olanaksız bulunduğunu görünce gece başlangıcına doğru Hacıkırı’na yorgun argın, bitik yitik dönme baskısında kaldım; ellerimi, yüzümü iyice yıkayıp kendime çekidüzen vererek, beni Adana’ya götürecek dizi taşıtı bezgin, sınık, umutsuz bir durumda beklemeye koyuldum. Durağın önündeki oturmalıkların birinde oturuyorken oradan geçiyor olan durak başı, ben “Burada – yazık ki ! – yiyecek-içecek satılan bir yer yok.” deyince, “Öyleyse açsın.” diye benim için ekmek-arası getirme ivecenliğine düştü. Ben buna karşı çıkınca, “Yok, seni aç bırakamayız.” diyerek ortadan yitiverdi. Derken ekmek-arasından iyi bir nenle, demek ev yemeğiyle dönüp o yemeği kendi işyerine taşıdı, sonra beni oraya yemek yemeye çağırdı.
Yemek güpgüzel dolma-sarmaydı; yanında kepek ekmeği ile su dahi vardı. Ben durak başına “Sağ olasınız! Demek yeryüzünde şimdi bile iyi kişiler bulunuyorlar!” deyince o bana tatlı tatlı gülümsemekle yetindi. Gerçekten, kişilerin çoğunun büsbütün yozlaşmış olduğu bu ülkede öyle bir yerde o denli iyicil birine düşgelmiş bulunmam handiyse bir “tansık”tı. Durak başı, o yemeği başka bir demiryolcunun evinden getirivermişmiş. Böylece oradaki iyicil kişiler – benim için – çoğalıyorlardı. Durak başının odasında oranın yerlilerinden bir bay da vardı. O bay emekliymiş, güzel yırlam söylermiş. (Ben oradayken yırlam söylemedi; bu ayrı.). Sonra üçümüz kendi aramızda söyleşmeye başladık. Durak başı, büyük üç bilgisayar gösterecinin önünde oturmuş, arada bir onlara, bir de, öbür yandaki denetim ile güvenlik alıcısı görüntülüklerine göz atıyordu. Ben bana büyük bir incelikle, iyicillikle sunulmuş bulunanları – yeme-içme isteğim çoğalıvermiş olarak – yiyip içiyordum. Birdenbire tükenikliğimi, acı(klı) bir biçimde başarısızlığa uğramış doğa yürüyüşümü, öbür olumsuzlukları ya da sorunları unutmuş, onlarla söyleşmeye koyulmuştum! Durak başına babamın soyunda – başta dedem bulunmak üzere – demiryolcuların bulunduklarını söyledim. O bana Hacıkırı’nı, özellikle oranın kışını biraz – arada bir benim bilmediğim yöresel sözcükleri kullanarak – anlattı. Oradaki güzel yırlam söyleyen baysa o yörede yayılmacı Almanlardan kalmış demiryol yapılarını, başta Varda Geçi’sini söz konusu etti, orayla ilgili gerçek bir öykü anlattı. Derken gene oralı olan bir genç geldi, üçü bir ayaktopu karşılaşmasını izlemeye başladı; bense yemeğimi bitirmiş olduğumdan durak başını, o bayı özdeğerleyerek kalktım, gelmesi yaklaşmış olan dizi taşıtı beklemeye koyuldum.
Ben orada oturuyorken gene yerlilerden bir karı koca gelip durak başının odasına girdi; derken kadın tek başına çıkıp bencileyin dışarıda oturmaya başladı. Sonra daha önce benle konuşmuş olan yaşlı bay da çıkıp onun yanına oturdu. İkisi alçak sesle söyleşmeye başladı. Bir ara yaşlı bayın o kadının aktöreliliğini övdüğünü işittim. Ayrıca – kim bilir, handiyse hiçbir nen okumamış bulunmalarına, dahası, gene kim bilir, neredeyse bütün yaşamlarını orada geçirmiş olmalarına karşın – ölçünlü dili kullanarak doğru düzgün konuşuyor olmaları uyanıklığımı çekti. Bu arada o dağ başında Güneş batmaya yüz tuttuğundan kalık soğumaya başlamıştı; ben şaşırtıcı bir biçimde ısıtırın yanıyor olduğu bekleme odasına ara ara gidip ısınıyor, gelgelelim orada – bitkinliğin, yarı uykusuz bulunmamın, dahası, yediğim yemeğin etkileriyle – mayışıp uyuklamaya başladığımdan çıkıp kendime geliyor, ancak, dışarıda çok kalınca üşüdüğümden gene içeri geçiyordum. Arada bir dizi taşıtlar gelip orada kısa bir süre için duraklıyor, derken dokunaklı düdük sesleriyle kalkıp uzaklaşıyordu. Gene yayılmacı Almanların yapılarından biri olan durağa o aralık – hani yok mu! – büyülü, gizemli, handiyse erdirici bir kalık egemendi.
Ancak, ben sakın birdenbire doğaüstü (!?) bir güççe hiçbir sorunun var olmadığı koşut bir evrene çekilmiş ya da nesnel gerçeklikten ülküsel bir gerçekliğe – anlaşıl(a)maz bir biçimde – geçivermiş olmayaydım! Demek o kişiler gerçekler miydi? Bütün bunlar gerçek miydi? Ben gerçek miydim? Ora, bildik “tiksinçlikler denizi”nin ortasındaki son “güzellik adacığı” mıydı? O kişiler – gerçektiyseler – bu denli çok yozlaştırıcı etmenin bulunduğu bir ülkede, demek bu ülkede yozlaşmaksızın nite kalmışlardı? Bu, salt oranın büyük yerleşim yerlerinden uzakta ya da uçra bir yer olmasıyla açıklanabilir miydi? Yoksa bu, yalnızca bir düşgelim miydi, daha doğrusu, bir düşgelimler dizisi miydi? Demek yeryüzünde şimdi bile iyicil kişiler bulunuyorlardı; dahası, şimdi bile doğru düzgün konuşan, birbirilerine saygı ile sevgi gösteren, giderek darda kalana yardım eden aktöreli kimseler bulunuyorlardı! Dahası, oradaki ortam: o ilkyaz gece başlangıcı, bekleme odasında yanan ısıtır, yönetim odasındakilerin izledikleri ayaktopu karşılaşmasına ilişkin yorumları, benim bekleme odasında oturuyorken o sesleri işitmem, o duraktaki bozulmamış kişiler, gelip geçeduran dizi taşıtlar… bana gene çocukluğumu(zu), özellikle babamı, giderek öbür yitik kişileri, nenleri anımsatıp beni gene kişi varoluşu üzerinde derin derin düşünmeye itti. Bu arada gönlüm ağı gibi üzünçlerle kabarıyor, tek-başınalığımın verdiği üzüntü derinleştikçe derinleşiyor, beri yanda – şaşılası bir biçimde – içimde doğmuş körpecik bir umut bütün benliğimi gıdım gıdım kaplıyordu.
Ben Hacıkırı durağında öyle bekliyorken gece başlangıcı oluverdi, sonra – dizi taşıt gecikince – yatsı girdi. Adana’ya doğru giden dizi taşıt geldiğinde durak başı, “Çantan ağır mı?” diye sorup benim “Yok.” diye yanıtlamama aldırmaksızın çantamı – bana yaptığı son iyilik olarak – dizi taşıtın kapısı önüne değin taşıyıverdi. He, orada, o kıpıda da üzüncüm kalmıştı. Gelgelelim en azından iyiliğin daha ölmediğini, dahası, yaşam ölmedikçe iyiliğin de, iyi kişilerin de var olacaklarını kavradığımdan biraz dirlik bulmuştum, giderek güven duymaya başlamıştım. Dizi taşıta bindiğimde o durak başını – kim bilir – bir daha göremeyeceğimi düşünerek gene üzünçlendim. Ancak, onu da “ak dizelge”me ya da “unutulmayacak kişiler” dizelgeme yazmıştım; dahası, hep iyilikle anımsayıp anıyor olacaktım. Nitekim bu yazı onun, onun gibi iyicil kişiler için yazılmıştır. Başka-türlü söylendiğinde, yeryüzünde iyi kişiler var oldukça yaşam sürecek, yaşam sürdükçe “kurtulma umudu” beslenecektir; kurtuluş umarı bulunacak, dahası, bir gün bütün bu güzelsizliklerden kesenkes kurtulanacaktır. Şundan ötürü..: Bu aşırı kötü gidiş sürerse ancak bütün yaşamın dirilmemek üzere ölmesiyle sonlanır. Bir ilkyaz gece başlangıcı Hacıkırı demiryol durağında yitik mi yitik bir yolcuydum; geceleyin evime, demek Adana’ya, giderek gönül yurduma dönüyordum. Doğrusu, bütün yolculuklar – gerçekte – içinde yittiğimiz “karanlık ülke”den bizi gönendirecek “gönül yurdu”na doğru edilmez miydi!
Gökhan Çağlayan
2024 Önyazı-Orakayı
Seyhan
(İletişim için..: yedigir@hotmail.com)
ÖZGEÇMİŞ
1976’da, Adana’da doğdum. İlkokulu, ortaokulu, ortaüstokulu özdeş
yerleşekte bitirdim. Çukurova Üstokulu Tutumsal, Yönetsel Bilimler
Kolu İşletme Bölümünün 1998 çıkışlısıyım. 1999’da, Amasya’da
“kısa dönem eğitim çavuşu” olarak görev yaptım. 2015’te başladığım
Anadolu Üstokulu Açıköğretim Bilimliği Türk Dili ile Yazını
Bölümünü 2019’da bitirdim. (Şimdi Türk dili ile yazını alanında
üstyetkinlik öğrenimi görmek üzere başvurmuş bulunuyorum.).
Adana’da yaşamaktayım. Amasya’dan Adana’ya döndükten sonra
bana akça kazandıracak uygun bir iş bulamadım. (Şimdi evde
çevirmenlik yaparak ya da ona benzeyen bir iş görerek geçimimi
sağlamak üzere bir arayış içinde bulunuyorum.). Gelgelelim bana göre
“yaşama”, bizim tek işimizdir; dahası, ben çalışkan, iyilikçi bir
kişiyimdir, demek boş durmam, yalnızca iyilik yaparım. Nitekim
örneğin öteden beri dille, yazınla ilgileniyor; son yıllarda – daha çok –
deneme, kısa öykü ile yır yazıyorum. Yad dilim İngilizce, ökdilim
Türkçe. Dilimden anlaşılacağı üzere, doğru, öz Türkçe yanlısıyım;
dahası, dile en çok özenin gösterilmesi gerektiği kanısındayım.
Okuma-yazmanın yeğleştirici, kıvandırıcı, kimileri içinse sağaltıcı
etkilerinin var olduğunu pekiyi bilmekteyim.
Özengen dilci-yazıncıyım. 2011’den başlayarak Çağdaş Türk
Dili’nde, Türk Dili Dergisi’nde, Türkçesi Varken… ağ bölgesinde,
Yeni Adana gün yazısında, Kibele Kültürü ağ bölgesinde, Güney
dergisinde… yapıtlarım yayımlandı. (Açık öğretimle ilgili bir
yarışmanın okunmacında bir denemem yer aldı.). 2013’te Elde Var
Yalnızlık-adlı öykü okunmacım çıktı. 2015’te Özden Söze adını
taşıyan deneme okunmacım yayımlandı. 2016’da Etyemezlik-adlı
araştırma-inceleme okunmacım basıldı. Gene 2016’da Umut Yaşamın
Öbür Adı adıyla bir anlatı okunmacım çıktı. 2017’de beşinci
okunmacım, ikinci öykü okunmacım olan Yazdan Artakalan
yayımlandı. 2019 Cumba öykü yarışmasında Yağmur Sıcağı-adlı kısa
öykümle “özendirmelik” kazandım. (Söz konusu öykü, o yarışmanın
okunmacında bulunmaktadır.). Okumayı, yazmayı, ayrıca çevirmeyi
sürdürüyorum.
Doğa tutkunuyum. Çevreciyim, yılkıtüketmezim, sıkı bir “güzel
yaşam ülkücüsü”yüm. Araştırmayı, eleştirel, sağlıklı bir biçimde
düşünmeyi, giderek kuram oluşturmayı, gülüntüçizi çizmeyi, ışıkçizi
çekmeyi, öğrenmeyi, yürümeyi, özellikle doğa yürüyüşlerini…
severim. Güzelsiz, kötü, yanlış hiçbir nene yoğum. Demek değerli,
gerekli, önemli, yararlı, dokuncasız biriyim; öyle kalacağım.
Gökhan Çağlayan
2024 Orakayı
Seyhan
1. Olaf Reks, beşinci Norveç illisiydi. Yukarıdaki tümceler – gerçekte – onun bir yırının dizelerinin düzyazılaştırılmış Türkçe çevirisidir.