AZİL OLDUM GÜZELLERE BEY İKEN (II)
(Ali OZANEMRE)
Söz sanatçısının büyüklüğü, sözünün hikmetinden gelir. Gücünü, bizim adımıza
konuşmasından, bizim yüreğimizden kopan duygulara aracı olmasından alır.
Yüzlerce, binlerce, milyonlarca ‘biz’in, yaşadığı güzellikleri de yaşamda içtiği, içeceği
zehirleri de o söyler. Hem de en iyi en güzel…
Hangimiz içmedik o zehirden? Tas tas…
Felek…
Felek, gerçekten kahpe (mi)dir?
Ona verilen bu niteliksel ad, öteden beri dişil -kadın- için kullanılmış. Ama
“kahpe”lik ne salt kadına özgüdür, ne de Karacoğlan’ın bu sözünde böyle bir özel
anlam var.
Dişil olsun, eril olsun… O; dönekse, bizi umutlandırıp aldatıyorsa, hakkımız olan
muradı vermiyorsa, verdiği sözde durmamışsa, yani kısaca alçağın biriyse “kahpe”dir.
Başka bir şey değil.
Halk anlatılarında, Karacoğlan’ın söylediği son şiir diye bilinen bir destan var.
“Beni” dönerayaklı, sekiz dörtlükten oluşan bu destan şöyle biter:
“Karacoğlan der ki yaktın yandırdın
Ecel şerbetini verdin kandırdın
Emreyledin Azraili’i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni”
Sözün ağzı ister feleğe (dünyaya, yaşama, şanssızlığa…), ister Tanrı’ya yönelmiş
olsun o, yanmaktadır, yakınmalar içinde. Daha dün, “mor sümbüllü bağ”dı; şimdi
viran. Nicelerinin olduğu, nicelerimizin olacağı…
Artık ne mor sümbüller, ne de mor sümbüllü kâhkülüyle güzeller… O bağdan belki
baykuş bile çekip gitmiştir. Çünkü bir baykuşun tüneyebileceği bir duvar, bir dal bile
kalmamış. Dahası:
“Aradılar bir tenhada buldular
Yasladılar şıvgalarım kırdılar
Yazbahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim ala karlı dağ iken”
Hem bu dörtlük özelinde hem “…iken” dönerayaklı bu koşmanın bütününde ustaca
kurgulanmış söz sanatları var. Dil/edebiyatta ‘edebi sanat’ denilen bu ustalıklardan
biri de aliterasyondur: Dörtlükteki “yasladılar / yazbahar / yandım” sözcüklerinin
başındaki y sesleri buna bir örnek…
İster somut, ister soyut anlamda olsun bütün kırılmalarımız, yıkılmalarımız, bir od
verilerek yakılmalarımız, olmaz mı? Yapılan saldırıyı savuşturamamışsak, içine
düştüğümüz kötü durumdan kurtulamamışsak yalnızız, ıssız yerdeyiz demektir.
İncitilmemiz, dövülüp sövülerek istemediğimiz bir duruma düşürülmemiz, gerçek
anlamda ıssız (tenha) bir yerde değil, kent kalabalığı ortasında bile gerçekleşse
orada yalnızız demektir; orası bizim için ‘tenha’dır. Değil mi ki karşı koyacak gücümüz
yok; o zaman yaslayıp yaslayıp kırarlar şıvgalarımızı.
Farsak (Varsak) Türkmenlerinin günlük dilinde ışkın sözcüğüyle de karşılanan
şıvga, daha çok ağaç türü bitkilerin yanlardan ya da dipten verdiği genç dalların
adıdır. Çöküldüğünde kolayca kırılır. Ulu çınar ozanım da kendini, taze sürgünleri
hoyratça çökülerek kırılan dala benzetiyor. Edebiyatta bu anlatıma ‘kapalı eğretileme’
denir. Demek ki “Yasladılar şıvgalarım kırdılar” dizesiyle -somut ya da soyut
anlamda- ‘dalımı, budağımı, kolumu kanadımı kırdılar, deniyor. Bu da ‘yaslamak’la
olur.
“Yazbahar ayı”, bahar bitimi, yaz günleri başlangıcı. Ömrümüzün olgunluk
dönemleri… Bu mevsimde deli yeşilliklerimiz kurumaya başlar. Artık her türlü ateş,
tehlikelidir. İşte tam da bu sırada “bir od” verilir; daha dün denecek yakın bir geçmişte
“ala karlı dağ” gibi bir yiğitken yanar gidersin…
Od…
Deyimlerde, özellikle atasözlerinde hâlâ varlığını sürdüren bu sözcük, eski
Türkçe’de ateş demektir ki somuttan çok soyut bir anlamı sürükleyip getirmiştir.
Sözgelimi ‘aşk ateşi’dir, ‘sevda’dır. Bu “od”u herkes veremez; verebilenler, vermesi
gerekenler vardır.
Bizi tenha yerde bulan, böylesi tenha yerlerde daha önce bize nice umutlar veren
de oya.uyun. Son bir kez daha o tenhalarda buluştuğumuzda olmazlanmış, bizden
yolunu ayırmıştır. Bu, şıvgalarımızı çöküp çöküp kırmak değil de ne?
“Yazbahar”ımıza od düşürmek değil de ne? Burada, sıradan bir durumun
öykülenmediği; uçları açık sözlerle, bize bizim kadar yakın olan sevgilinin yaptığı
kötülüklerin anlatıldığı biçimindeki yorumu doğrulayan bir dörtlük var. Aynı koşmanın
3. dörtlüğü:
“Farımaz da deli gönül farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Bundan geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum güzellere bey iken”
Keşke güzellerin böyle kötü huyları ya da gönlümüzün durulmak gibi bir huyu
olsaydı.
Farımaz…
“Farımak”; yorulmak, durulmak, umut kesip vazgeçmek. Hani, adına uslanmak
denilen şey… Farsak (Varsak) Türkmenlerinde buna ‘sakal bağlamak’ da denir. Ne
var ki yürek bağınızın ucunda ‘Karacoğlan yüreği’ taşıyorsanız ne olursa olsun
farımazsınız. Siz farısanız da “deli gönül farımaz”.
O ‘deli gönül’ün kaynağında gözeler var. Gönül kaynamaya başladığında, taşan
su, ince iki kanalla gözlere, oradan da gözlere varır. Gözleri, pınarlarla yarıştıran bu
sudur. Artık “ala karlı dağ” çağı gerilerde kalmış. Gönül bunu bilmez; bilse de halden
anlamaz. Oysa hükmümüz geçmiştir gayrı. Bundan sonrası ‘aşağı’dır; yukarısı
olmayan aşağı. Oysa bir zamanlar “güzellere Bey” idik. Ne dersek o olurdu. Bir kez
derdik “gel” sözünü; gelinirdi. Söze gerek kalmazdı bazen. “Gel” diyen bir tavrımız, bir
bakışımız yeterdi; artardı bile… Güzeller Beyiyiz ya! Bey sözü ikiletilir mi hiç?
Ya şimdi? Şimdi, azledilmiş durumdayız. Azledenler, her zaman asıl gücü ellerinde
bulunduran egemenler; yani güzeller… Onlar ne diyorsa o oluyor; ötesi boş. Onların
buyruğu yanında sultanların buyrukları hiç kalır. Bizi azlettiler; beyliğimiz, yetkimiz
alındı elimizden. Yerimize başkalarını atadılar; başka beyler seçtiler. Şimdi onların
devranı.
Tas tas içtik ağuları…
“Ağu”ların tas tas içilmesi bir bugünün işi değil ki. Ta başından beri böyle bu.
Feleğin “kahpe”liğiyse kişiliğinin damgası. “Mor sümbüllü bağ iken” viraneye
dönüşmek de kaçınılmaz bir sonuç.
“Karacoğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş biz burada yoğ iken”
Karacoğlan, “Bakın geline” sözünü, “Geline iyi davranın, onu incitmeyin, sevin…”
anlamını da içerecek bir anlamla söyler. Çünkü onun gözünde ve gönlünde gelin,
birinci sırada. O, önce ve önemle geline bakar. Gözleri kapansa gönlüyle. Teni
çürüyüp toprak olsa bu kez de toprağın eliyle ulaşır ona.
“Ömrümün yarısı gitti talana”
Bizden önce de böyle olmuştu ya! Bizden sonra da böyle olacak. Bizden sonraya
anmalık bir şeyler bırakabilirsek işte kalacak olan odur. Yoksa…
Yaşamı bizimle paylaşan paylaşmayan eşimiz, dostumuz, çağdaşlarımız vardı.
Yaşama bizimle başlamış olanlar… Kimi bizden önce dalından düştü, bizi bırakıp gitti.
Kimini biz bırakıp gideceğiz. Kimi de bizden sonra… Hele bizden önce nice gelip
gidenler… Onları bulsak, onlara sorsak: Sizden de önce gelip gidenler kimlerdi; ne iş
yapardınız, kimi sevdiniz, neler istediniz de nelere ulaşabildiniz, neler çöreklenip kaldı
içinizde; siz kimdiniz?
“Ellisinde ömrüm yarıyı geçti
Altmışımda yolum yokuşa düştü
Yetmişimde biraz tebdilim şaştı
Mertebe mertebe indirdin felek”
(aliozanemre@gmail.com)
Ali Ozanemre.
1950’de Osmaniye Düziçi Akdere-Farsak köyünde doğdu.
Kendi köyünde henüz ilkokul yoktu. Bu nedenle ilkokulu, çevre köy okullarında okuyarak bitirdi.
İlkokul sonrasında Düziçi İlköğretmen Okulu’nu (1970), ardından Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün
Türkçe bölümünü bitirdi (1973). Ortaokul, lise ve Düziçi Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe-edebiyat
öğretmeni olarak çalıştı. 1999’da emekli oldu. Emekli olmadan önce Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirmişti. Halen Adana Barosu’na bağlı avukat olarak Adana’da yaşamaktadır.
Şiir, öykü, deneme, inceleme türünde ürünleri sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı.
Ali Ozanemre bir halkbilim araştırıcısı ve pek çok kitapları vardır.