Karacoğlan Enstitüsü

AZİL OLDUM GÜZELLERE BEY İKEN (I)

(Ali OZANEMRE)

“Ela gözlerini sevdiğim dilber” diyerek ‘koşma’ya başlamak, en çok Karacoğlan’a

yakışır. Hatta bu ve buna benzer kimi söz kalıpları vardır ki bunlar onun tekelinde.

Çünkü o dizeleri kuran odur; o, bunun ustası.

Bu özel, hoş, kalıp sözlerden biri de “Şu yalan dünyaya geldim geleli” dizesi.

Karacoğlan’ın, böyle başlayan en az 3 koşması yer alır derlemelerde. Bunlarda,

yaşamla ilgili olarak duyumsanan genel bir acı, umduğunu bulamama, bulduğuyla

yetinmeme ya da yaşanan güzelliklere doyamama söz konusu. Bir başka tanımıyla

‘yaşam yorgunluğu’…

Karacoğlan, Şu yalan dünyaya geldim geleli dedikten sonra ne der?

“Şakıyıp gülmedim hey zalim felek” der örneğin; “Bir bağ dikip meyve yetiremedim”

der; “Tas tas içtim ağuları sağ iken” der. Der de der…

Öbürleri neyse de gerçekten şakıyıp gülmedi mi acaba yolumuzun baş yolcusu.

Yoksa bu acıklı sözleri söyleten bir durum mu var ortada? Birçok güzellikten sonra

şimdi karşımıza çıkmış bir olumsuzluğun acı acı söylettiği kahır sözleri midir bunlar?

Hani, çok susayan, kanmayacağını; çok acıkan da doymayacağını sanır-mış. Daha

önce hiç doymamış, suya hiç kanamış gibi… Acaba ozanım, şu anda şakıyıp

gülmekten uzak bir tinsel havayı soluyor da bunun için mi önceki şakıyıp gülmelerini

‘hiç’ten sayıyor? Bu nedenle mi söylüyor efkâr yüklü bu sözleri?

“Eller göçün çekti bense göçmedim

Yâr elinden dolu bade içmedim

Bilmem hata ettim kusur işledim

Cahilim kıymetin bilmedim felek”

“Êller” dediğine bakmayın. Ola ki yaylaya göç edenler “êl” değil bizimkilerdir. Bizim

oba. En azından “Ela gözlerini sevdiğim dilber”in obası. O da bizim sayılır.

Günlerden bahar başlangıcındayız. Göç mevsimi. Obalar, kalkmış çadır çadır,

yaylaya doğru yol alıyor. “Hadi biz de!” desek olmuyor. Çok istememize karşın o göçe

katılamamışız, katılamıyoruz. Kim bilir nedir önümüzdeki karlı dağ, nedir yollarımızı

bağlayan; nasıl bir olumsuzluğun çıkmazı sarmıştır yanımızı, yöremizi…

“Yâr elinden dolu bade” içmediğini söylüyorsun.

Bir hata, bir kusur işlenmiş olmalı. Bu hatanın/kusurun nedeni olarak bir fırsatın

değerlendirilememesinden tutun da amacı aşan bir sözün söylenmiş, hoş olmayan bir

davranışın sergilenmiş olmasına varana dek bir sürü şey saymak olanaklı. Kim bilir…

Sorumlusu?

Sorumlusu, felek!

O, hem alnımızın karayazısının sorumlusu, hem cahilliğimizin. Hem de

olanaksızlığımızdır kendisi. Kimileyin yalan yere yemin eder, aldatır bizi. Kimileyin

verip durduklarını birden keser, dertten mihnetten başka şey vermez olur. Bizi;

yapraksız, uzun bir kavağın tepelerinde kuruyup kalmış su kabağı nasıl kalırsa öyle,

bir başımıza bırakır. Bırakıp gider, obanın göçüne karışıp giden gibi.

Felek, aynı zamanda dert ortağımız. İçimizi ona çekinmeden dökebiliriz. Biraz

kırgın, biraz kızgın, küskün; hesap sorarız:

“Êllere yâr verdin el ele gezer

Her daim bana mı garezin felek?”

Feleğin dostça olmayan tavrı, kötü kastı, düşmanlığı, hem de öç alır keyif

çatarcasına ortaya koyup durduğu garazı, sanki hep bize… Ettiği bir bu değil ki. Daha

önce, daha önce ve daha önce de etti edeceğini zâlim. Sen ol da çıkışıp sorma:

“Her daim bize mi garezin felek?”

Karacoğlan’ın felek dönerayaklı bu koşmasından başka “Şu yalan dünyaya” diye

başladığı başka bir koşmasının ilk dörtlüğü şöyle:

“Şu yalan dünyaya geldim geleli

Bir bağ dikip meyve yetiremedim

Alnı mor perçemli kulak küpeli

Yârin duldasında oturamadım”

Buradaki “bağ dikip meyve yetirememek” sözünü gerçek anlamıyla düşünebiliriz.

Değişmece bir anlamla da yorumlanabilir bu. Örneğin bir evi barkı olmamak, çoluk

çocuğa kavuşamamak gibi… Bir çocuk sahibi olamamayı, çocuk isteyip de bunu elde

edemeyene sormalı. Derdi, dertsize değil; dertliye, aşkı da âşığa sormak gerektiği

gibi.

Bu dörtlükteki meyve sözcüğünün yerine “gonca”yı konduranları da gördük,

dinledik. Bu değişiklikten, ayrıksı bir sonuç çıkmaz ama “gonca” sözü ayrıca karşı

cins, sevgili anlamına da gelir; artısı bu…

Perçem, alna düşen saç tutamı; kâkül. Her ne hikmetse sümbül rengini alır alında.

Mor bir görünüm…

Mor perçemli yârin kulağı küpesiz olmaz.

Ne tür, nasıl bir küpe?

Bunun önemi yok.

O, kulağına ne tür, nasıl bir küpü takarsa taksın yakışır, yakıştırır. Altın, gümüş,

cam (boncuk); halka, damla, yaprak, mengüş… Ne olursa…

İşte böyle bir ışıltının sıcağını yaşayamamış olmak… Bu sevgilinin duldasında

doluyu, mutluluk badelerini içmek isteyip içememek…

Kaynaklarda, bu dörtlükteki ‘dulda’ sözcüğünün yerinde gölge sözcüğü var.

Anlamca önemli bir ayrıma yol açmaz denebilirse de olması gereken doğru sözcük,

yani Karacoğlan dilindeki sözcük, ‘dulda’dır. “Dulda”; karda kışta, yağmurda yaşta,

soğukta sıcakta sığınılan yer; ayrıca barınak… ‘Gölge’, bu anlam genişliğini verse

verse veremez.

Bu koşma, şu dörtlükle biter:

“Karacoğlan der ki fenadır fena

Nice bu ateşle yüreğim yana

Derdimin üstüne dert koydun yine

Ağırdır şeleğim götüremedim”

“Şelek”; sırtlanıp ya da omuzlanıp götürülen, götürülecek yük demektir. Farsak

(Varsak) Türkmenleri bu sözcüğü, kimi derlemelerdeki gibi “şilek” biçiminde değil,

“şelek” biçiminde söyler. “Ekin destesi şeleği”, “bir şelek odun”, “iki şelek dal kesip

getirmek” örneklerinde olduğu gibi. Sözcüğün sözlüklerdeki doğru yazılışı da böyle.

Kişi, götüremeyeceği bir şeleği hazırlar mı kendine? Götüremeyeceği şeleğin

altına girer mi? Ama o, götürülemez ağırlıkta böyle bir şeleğin altındadır şimdi. Bu

yükü böyle ağır, dayanılmaz, çekilmez kılan kim bilir yârin hangi halleri?

“Ağırdır şeleğim götüremedim”

Bir vazgeçme olmasa da umutsuz bir durumun varlığı kesin.

Yılgınlığı, usancı dile getirdiği bir başka koşmasının bir dörtlüğünde kahrının yönü

yine ‘dünya’ya dolayısıyla feleğedir. Şöyle:

“Öteni yokladım öten yoğumuş

Yürü yalan dünya senden usandım

Çok emekler verdim hep zayi oldu

Cesedim içinde candan usandım”

Buradaki ceset sözcüğü gerçek anlamda ‘ölü beden’ değildir. Belki işe yaramaz

oluşu nedeniyle belki yaşanan sıkıntıların getirdiği karamsarlıkla kendi bedeni için

“ceset” adlandırmasında bulunuyor. Zaten nasıl olsa bir gün, böyle giderse tez

zamanda, ölümle buluşacak. Bu söz, bu durumun gizliden anlatımıdır. Öyleyse ona

şimdiden ceset demek pek de yanlış olmaz. Ama asıl gizil anlam, bedenin genel

değil, özel aşağılanmasında. Oysa gerçekte aşağılık olan beden değil, can sıkan

durumlar, usanca neden olan şeylerdir.

Canımızdan bezmişsek sözü şöyle sürdürürüz:

“Karacoğlan der ki bu bize n’oldu

Koynumuz köpüklü kan ile doldu

Saatim ay oldu günüm yıl oldu

Gelip geçmez kara günden usandım”

Usancın nedeni şudur ya da budur. Her nasıl olmuşsa işler, istenmedik yönde

gitmiş olmalı. Peş peşe… Tekerimiz ters dönmüş bir kez. Dönmüş ve onun bir

nedene bağlanması olanağı yok artık; hatta açıklaması da… Yok ama sanki

koynumuz köpüklü kanla dolmuştur. Sanki en kızıl yerimizden vurulduk, en nazik

yerlerimize hançerler üşürüldü. Köpüre köpüre akar kanımız. Kısacası, bu güzel

yaşam, bu tadına kimselerin doymadığı yaşam çekilmez bir yük oldu. Bir saatlik bir

zaman ‘aylarca’ uzun geliyor; bir gün içinde bir yıllık ömrü törpülüyoruz. Öyle ağır…

Derler ki köpeklerin ömrü elli yılmış da onlar bir günü iki gün olarak yaşadıkları için

yirmi/yirmi beş yılda ölüp giderlermiş. Bizimki bundan beter. Öyle bir kara karanlığın

içindeyiz ki ne günler gelip geçmek biliyor ne ağarıyor şafak… Usandık…

“Şu yalan dünyaya geldim geleli

Tas tas içtim ağuları sağ iken

Kahpe felek vermez benim muradım

Viran oldum mor sümbüllü bağ iken”

(aliozanemre@gmail.com)

Devam edecek ….

Ali Ozanemre.
1950’de Osmaniye Düziçi Akdere-Farsak köyünde doğdu.
Kendi köyünde henüz ilkokul yoktu. Bu nedenle ilkokulu, çevre köy okullarında okuyarak bitirdi.
İlkokul sonrasında Düziçi İlköğretmen Okulu’nu (1970), ardından Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün
Türkçe bölümünü bitirdi (1973). Ortaokul, lise ve Düziçi Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe-edebiyat
öğretmeni olarak çalıştı. 1999’da emekli oldu. Emekli olmadan önce Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirmişti. Halen Adana Barosu’na bağlı avukat olarak Adana’da yaşamaktadır.
Şiir, öykü, deneme, inceleme türünde ürünleri sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı.
Ali Ozanemre bir halkbilim araştırıcısı ve pek çok kitapları vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir