Toplumsal Kin, Nefret, Husumet, Garaz, Gaddarlık ve Şiddetin Tarihi
Kökenleri ve Doğuşunda Dinin Etkileri
Ahmet Ünal, Şubat 2024
Tarihi yapan ve sonra da “kitabına uydurup” biçimlendirerek yazan insan, onca ayıbını hasır altı ederek sonraki nesillere sadece süzme bala benzeyen bir öz sunar. Özenle seçerek balın içine sokuşturduğu bazı inciler hafızalardan silinmesin, gelecek nesillere örnek ve ibret olsun, gerek duyulduğunda onların tutum ve davranış biçimlerini yönlendirsin kaygısıyla alınmıştır. Seçim yapılırken tüm etik kurallar ve mantıklı kıstaslar göz ardı edilmiş, sadece kalbur üstüne gelen bol kanlı olaylar dikkate alınmış, kimisi kahramanlık destanlarına büründürülmüş, edebi unsurlarla süslenmiş püslenmiş, hiç üşenmeden, allandıra pullandıra kayıtlara geçirilmiş, oradan da sanki maharetmiş gibi bir güzel hafızalara kazınmıştır. Ayıklama işi yapılırken gösterilen titizlik çok sinsicedir; çirkin ve yüz kızartıcı olaylar silinmiş atılmış, ya da kılıf değiştirmiştir ve sanki erdemlilik örneğiymiş gibi överek göklere çıkarılmıştır. “Fazla mal haramsız, fazla söz yalansız olmaz” deyiminden hareketle ve tarih yazımında kaynak kritiği yöntemleriyle uydurmaların pek çoğunu ayıklamak mümkün olsa da, gene de çoğu yalan dolan sızmayı ve yer tutmayı başarmış, hafızalarda ve tarih yazıcılığında asla hak etmediği yeri edinmiş ve dogmalara bürünmüştür. Tarih yazımının övülerek göklere çıkarılan meşhur kaynak tenkidi, işe yaramazlığını burada da göstermektedir!
İşin feci tarafı, bazı teokratik kavimlerde tarih “kitabına uydurulur” ve ideolojik kaygılarla Prokrustes yatağına sokulurken dinin devreye sokulmasıdır. Evet, hiç sıkılmadan en yüz kızartıcı tarihi olaylar özenle derlenmiş ve nebiler sayesinde tanrı ağzına tıkılmış ve böylece “teokratik tarih” yazımı denen insanlığın baş belası olgu ortaya çıkmıştır. Tanrının kendine has dili olduğu safsatası ileri sürülmüş ve gerçekten böyle yapmacık bir dil yaratılmıştır. Hem de ağdalı, tumturaklı, sözcük dağarcığı bayağı farklı ve sıradan insana yabancı, huşu verici, dinleyenleri susturucu, beyinleri zehirleyici, kitleleri boyun eğmeye zorlayan. Bu dil, bölgede hakim olan dillere paralel gider. Zaten tanrının günümüz yapmacık zekasını ve Google’u aratmamacasına tüm dilleri anladığı ve konuştuğu farz edilir! En ağır küfür, hakaret, yalan dolan, uydurma, namussuzluk, mantıksızlık, adaletsizlik örneği meseleler, en gaddar soy kırım buyrukları bu sözde ilahi dile tercüme edilerek mistik bir kılıfa büründürülmüş, tanrı, o da olmazsa onun elçisi kabul edilen peygamberlerin ağızlarına tıkılmış, böylece anlam ve içeriğine bakmadan her kelam kutsallık kazanmış, en adi, en ayıp, en ilkel davranış ve eylemler, sevap ve yasallık konumuna sokulmuştur, öyle ki ortalıkta “yasak, ayıp ve günah”lardan geçilmez olmuştur. Propaganda makinası Hollywood filmlerinde bunları seslendirenlerin ne kadar tok sesli olduklarını bilmeyen, duymayan yoktur. Bir bakmışsınız, çoğu normalde söyleyen ve yazanı hapse veya darağacına gönderecek en akıl almaz deyişler ayet, sure veya hadis olmuş çıkmış, altın yaldızlı harflerle yazılmış, çerçevelenmiş, ibadethanelerde, evlerde, parklarda, okullarda duvarları süsler olmuştur. “Kutsal Kitap” adı altında dünyada en çok dile çevrilen, herkesin anlamadan, yorum yapmadan okuduğu, daha doğrusu okumadan ipek kılıflar içinde sakladığı kitap en çok satılan ve bağışlanan yapıttır. Nice insan onların yazıldıkları dilleri öğreneceğiz diye ömrünü harcamış, kimler onun sırrına ulaşacağız diye kendisini en başta kadın olmak üzere nice nimetten mahrum etmiştir. Bu, insan doğasına aykırı, çok ölümcül, onmaz bir gelişmedir. Tarih boyu deryaları dolduracak kadar akan kanın yegane sorumlusu kadife kılıflı o kara kitaplardır! En korkuncu, o ulu güç karşısında insan kendi benliğini, öz güvenini iyiden iyiye yitirmiş, kaderci, emir kulu, sadece evet demeyi öğrenen bir yaratık olup çıkmıştır. Bunların içinde evrensel düzeyde indivuum denen benlik çok önelidir. Onu yitiren kişi insan olmaktan çıkar. Sonuçta hurafelerle dolu kokuşmuş, işe yaramaz koyu teokratik bir kültür doğmuştur. Bu sapık toplumların mensupları yüz yıllarca din ve mezhep savaşı yaptılar, nesilleri yok ettiler, tarih sayfalarını kana buladılar ve hâlâ da bulamaktalar.
Peki bu tanrısal oluşum ve dil nasıl ortaya çıkmıştır? Zamanla bu dili anladıkları ve ulu güçleri temsil ettiğine inanılan tanrıyla diyalog kurabildiklerini iddia eden kimseler belirmiştir. Kendilerine peygamber diyen bu sıra dışı kişiler, tanrıyı ya sözlü olarak işittiklerini ya da gördüklerini, kendilerine “vahiy” dedikleri bazı buyruklar ilettiklerini öne sürerler. Nebi de denen, modern anlamda çoğu şarlatan kabile reislerinden farksız olan bu kişiler, tanrı buyruğunu diledikleri kılıfa sokarlar ve kitlelere empoze ederler. Bu sözler zamanla “Kutsal Kitap” olur çıkar. Kanunlaştırılmış kutsal kitapların vahiylerinin asla tanrı buyruğu olamayacağı, metinler içindeki sayısız çelişkili ifadelerin bunu yalanladığı, Avrupa Yeni Çağı’nda La Peyrére ve Baruch Spinoza’nın kuşkucu tenkitlerinden beri iyi bilinmektedir. Ancak baskılar, yasaklar, yalanlamalar, linç politikası, kitap yakmalar ve nice propagandalar bu görüşlerin yaygınlaşmasına engel olur. Tabii ki aynı tenkitler İncil ve Kuran için de geçerlidir.
Eşi Sibirya sürgünü bir Rus kadının çok güzel biçimde dediği gibi din ve mezhep savaşlarının neden oldukları vahşeti söze dökecek yürek ve kalem yok gibidir. Evet, olmaz olur mu hiç, elbette vardır var olmasına. Ancak satın alınmışlardır, vicdanları köreltilerek susturulmuş, uçları kırılmıştır, susmayı yeğlerler; ideolojiler ve gizli güçlerin uşağı olarak onların payına düşen ya susmak, ya da tahrif ederek, taraf tutarak yazmak, yanıltıcı olanın, yalanın propagandasını yapmaktır. Yazmanın, ölümsüzleştirmenin sayısız örnekleri vardır. Dünya edebiyatı en dramatik savaşları en ufak ayrıntılarına varıncaya kadar anlatan yazarlarla doludur. Tek tek atların kimlik ve özelliklerini bile dikkate alarak Borodino savaşının anatomisi içine dalan ve en ufak ayrıntılarıyla anlatan Leo Tolstoy’u bir düşünsenize! Fırçalarıyla en dramatik savaşları, dramları ve ateşli aşkları işlemiş ressamları da bir gözden geçirin! Kan kırmızısını en güzel betimleyen ve yansıtan, onların tablolarıdır, zira resimlerde en çok kullanılan kırmızı renk, aynı zamanda aşkın da, katliamların da simgesidir. Ama aşağıda değineceğim, her nasıl oluyorsa seçkin, tanrıların kendilerine tav olduklarına, tercihli oldukları kuruntusuna kapılan bazı narsist ve psikopat kavimler de yok değildir. Bin yılları bulan yoğun propaganda sonucu öylesi bir imge uyandırmışlardır ki, sanki onların kanları kutsaldır, altın suyundan daha değerlidir, asla akıtılamaz, heba edilemez. Şiddet denen baş belasını savunma amacıyla da olsa onlara karşı kullanmak tabuyken, kendilerinin kullanması mübahtır. Bu fırsat sanki sırf onlar için yaratılmıştır. “Aç köpek fırın derler” sözü boşuna sarf edilmemiştir! Niccolò Macchiavelli, Titus Livius’un şu söylerini kaydeder: “Savaş, gerekli olduğu kişiler için haklıdır ve silahtan başka hiçbir umut kalmadığında silahlar kutsaldır” (Iustum enim est bellum quibus necessarium, et pia arma ubi nulla nisi in armis spes est). ”Kendilerine dokunanlara barbar gözüyle bakılır, en ağır biçimde cezalandırılır, sürülen kara leke tarih boyunca silinemez. Bir bakmışsınız, susan kalemler coşar, bülbüle dönüşür, başlarlar karalamaya. Ama, amansız katliamların kurbanları başkaları olunca aynı kalemler ve çeneler görünmez bir sansürün gizli emrine uyarak hepten susarlar. Latince bir vecize, kelime oyunu yaparak “Jüpiter’in yapmasına izin verileni inek yapamaz”, yani Jüpiter’in yaptığını inek yapamaz, demeye getirir (quod licet Jovis non licet bovis). Ahlayıp vahlamak, içerlemek, haddinden fazla mendil ıslatmak, verem olmak istemeyen, kahırdan yüreklerini parçalamak istemeyen, aksine işi gırgırına almak isteyenler ve hicvi sevenler, Mark Twain’in “Letters from the Earth” kitabına baş vurur, keyifle ve kasıkları çatlayıncaya kadar gülerek okuyabilirler.
Tüm bu tahrifata rağmen şurada burada, arta kalan gerçeklere (evet historia denen tarihin gerçek anlamı böyledir!) bakılarak bile tarih insanlığın aynası sayılır. Zira çoğu olayın sırrı, ne kadar köreltilmiş olursa olsun o aynaya bakmadan anlaşılamaz, çözülemez. Her ulusun iyi kötü büyük tabana yayılmış toplumsal bir huyu vardır. Söylem ne kadar da doğru demiştir. Can çıkar, bu huy çıkmaz. Bu davranışlar kalıtım halini alırlar. Uluslar o sıfatların en belirginleriyle haşır neşir yaşarlarken, iyisiyle övünür, kötüsünden-tabii eğer ar denen insana özgü duyguları varsa!-yüzleri kızarır.
Tarih hafızası olmayan “ahistorik” kavimler de yok değildir. Bunlar arasında örneğin Türklerin tarih hafızası elek gibidir. Biz söylesek kızarlar, ama daha 1535’lerde diplomatik misyonların ilk örneğini veren Habsburg elçisi Hollanda asıllı Ogier Ghiselin de Busbecq isbetli tespitini şu şekilde yapmıştır:
“Türklere ‘Süleyman’ dendiğinde Hazreti Solomon mu, yoksa kendi sultanları Süleyman mı kast edildiğini anlayamazlar“. Bu gün bile kime sorarsanız sorun, herkes atalarının Horasan’dan geldiğini, yörük kökenli olduğunu söyler. Horasan’ın o bitmez tükenmez kaynak ve fizyonomi zenginliğine şaşırır kalırsınız. Ancak iyisiyle kötüsüyle onların da sayılamayacak kadar özellikleri vardır. Örneğin en ufak bir yer sarsıntısında veya sel baskınında tuzla buz olup mezara dönüşen apartmanlarda oturunca şehirli olduklarını sanırlar. Hazıra konma ve bir İngiliz’in tabiriyle “beton sevdası” üzerinden melankolik hastalık boyutlarına ulaşan konut tutkuları, kıl çadırları ve oradan oraya sürdükleri, ormanları bozkıra çeviren karakeçi sürüleri dışında mal ve sermaye tanımayan göçebe geçmişlerine ve yüz yıllarca kıl çadırlarda evsiz barksız yaşamış olmalarına bakmadan açıklanamaz. Eğer dilenirse, yapmacık dindarlıklarının ve takiyyeciliklerinin arkasında bile bu tutkunun izleri saklıdır, denebilir!
Şu günlerde ortalığı çalkalayan, İsrail’in Filistin ve Gazze‘de sürdürmekte olduğu insanlık dışı katliam ve davranışlara şaşırmayan, natıkası tutulmayan, afallamayan, o benzersiz ve amansız gözü dönmüşlüğün kaynak ve nedenlerini sorgulamayan, isyan bayrağını kaldırmayan aklı başında ve tarafsız insan yok gibidir. Herkes şaşkın tavuk gibi ortalıkta dolaşmakta; küçük dilini yutmuş konuşamamaktadır. Antik Yunan’ın iki düşünürü Demokritus ve Heraklitus örneği bazıları kıçlarını açmışlar, insanlığın haline kahkahalar atarak gülerken, diğerleri dizlerini döverek ağlamaktadır. Gülenlerin sayısı her nedense pek çok. Her dedense desek de gerçek nedenlerini çok iyi biliyoruz. Zira onlara gülmek yasaklanmış, ağıt tutacaksın, denmiştir! Vahşet karşısında tüm Avrupa ve Amerika’nın ağız birliği etmişçesine susması başka türlü nasıl açıklanabilir? Büyük oyun gereği beyinleri ipotek altına alınmış; timsah gözyaşı akıtmak zorundalar. Herkes bir ilki yaşıyor gibi şoke olmuş, “tanrım, bize bunu da mı gösterecektin” diye saçını başını yolmaktadır. Tarihten, anlatılardan teorik olarak öğrendikleri “genosid, soykırım, Holokost”un gözlerinin önünde alenen oynandığını görünce beyinlerinden vurulmuşa dönmektedirler. Kimisi yoğun karşı propagandanın etkisiyle inanmak istemezken, diğerleri gördüklerinden, travmatize olmaktadır. Şiddet, kaba güç ve terörün tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar tırmanışa geçtiği şu günlerde, aklı başında Batı medyası, fanatik güçlerin aynayı tersine çevirip, “madem ki kaba güç, o zaman biz de onu sana karşı kullanırız; ‘göze göz, dişe diş’ intikam hırsını âleme aşılayan sen değil misin?”, diye kolları daha da sıvamasından, akla gelebilecek her türden yöntem kullanılarak susturulan “kaba kuvvet”in ve taşkınlıkların uyanarak karşılıklılık esasından hareketle devreye girmesinden ve ortalığın daha da kan gölüne dönmesinden çekinmektedir. Bu bir intikam değil, hak aramaktır! Avrupa’da böylesi bir uyanışı eyleme geçirecek dinamik güç fazlasıyla vardır. Yeter ki, karşı tarafa tanınan haksız ve tek yanlı özgürlük ve haklar, onlara da tanınsın.
Siyonizmin Eski Dünya kadar klişeleri olmayan yeni kıta Amerika’da yaptığı politik ve dini propgandalar en etken meyvelerini vermişlerdir, öyle ki, o yapmacık devletin yetmiş iki milletten kavme vatan tutma olanağı tanıyan bu topraklarda kurulması daha isabetli olurdu. Ama onlar uzaklarda, eski uygarlıkların beşiğinde, doğal kaynakları ve jeopolitik konumu bir yana top yekûn dünya politikasının gidişatını kontrol eden manivelanın bulunduğu yerde stratejik bir üs istiyorlardı. Yarıdan fazlasının Amerikan Evangelizmi maskesi altında Siyonist olduğu, Siyonizmi ve İsrail’i sorgusuz sualsiz destekleyen Amerika’da bile gençler arasında sorgulayıcı, kuşkucu bir kıpırdanma göze batmaktadır. Roma tarihinde Tiberius ve Gaius Gracchus kardeşlerin trajik öyküsü açıkça gösterir ki, şu cihanda nefes aldığı hava ve sudan başka mala ve nimete sahip olmayan plebsler bir baş kaldırdılar mı, kıyamet kopmuş demektir. Kaldı ki, modern plebslere her iki nimet bile çok görülmektedir!
Evet, kuşku götürmez bir ilke vardır, devletler ve toplumlar tehditlere karşı kendilerini savunma hakkına sahiptirler; bu davranış biçimi doğal reflekslerden kaynaklanır. Bu, aynı zamanda bir nefsi müdafaadır. Hayvanlarda bile görülen doğal bir içgüdüdür. Ama Tevrat hurafelerine dayandırılarak yeniden “işgal” edilen topraklarda kurulan bir devletin savunma yöntemleri de başlı başına benzersiz bir kategori oluşturmuş ve değişik şekilde yöntemlerle değerlendirilmelidir. Zira en az yapısı kadar refleksleri de benzersizdir. Şöyle bir düşünsenize, bugün her ulus fi tarihindeki hayali anayurtlarda tarihi hak iddiasının peşine düşüp kalksa, pılı pırtısını yükleyerek sözüm ona “vaat edilmiş” topraklara (arz-ı mevud) geri dönmeye kalkışsa, dünyada ayak üstünde devlet kalmazdı! “Kutsal Topraklar”ın bir yanı Akadlara ve Asurlulara kalırken, diğer yanı Mısırlıların olur çıkar. O bir avuç “Kavmi Necip” kim bilir nasıl çil yavrusu gibi dağıtılır, hangi diyarlara sürgün edilir. Tevrat’ın nefret ettiği Yeni Asur kralları asla kuş uçurtmazdı! Kaldı ki, son olaylarda tetiğin çekilmesine güya vesile olan terörist saldırısının tıpkı o pek şaibeli 11 Eylül 2001 skandalında olduğu gibi ne derece provoke ve manipüle edilmiş olabileceği de bazı çevrelerce haklı olarak tartışılmaktadır. Meselenin tarihsel evrimi gösteriyor ki, bu vahşetin temelinde zorla, vurarak, kırarak, satın alınarak, işgal edilerek toprak mülkiyeti elde etme hırsı yatıyor İsrail bunu derin bir kisveye büründürerek yapmaktadır. Her yöntemi kullanıyor. Yapmacık olarak yaratılan Tevrat Arkeolojisi Filistin topraklarında Judea dışında kalan kavimlerin izini bulmuyor, görmüyor, tanımıyor. Meselenin haşhaşilerin vecde gelip kelle koltukta saldırması, hele hele endoktrine edilmiş, cennete gideceğine inandırılmış, beyni yıkanmış, arenalarda vahşi hayvanlara benzeyen, düşman üzerine salıverilen ve her bir canı yaktığında zafer işareti yaparak “Allahu ekber!” diye çılgınca haykıran fedailerle hiçbir benzerliği yoktur. Evet, bu da bir saldırıdır, aynı amaca hizmet verir, ama ajan ve yöntemleri tamamen başkadır. Ayıp günah değil mi? Nihayet kurbanların hepsi de Musa’nın, İsa’nın veya Muhammed’in kulu. Nihayet insan ana karnından dinsiz imansız, kin ve nefretten azade doğmuyor mu? Tabula rasa olan beynin en güzel anı işte o zaman. Daha doğar doğmaz başlıyorlar olur olmaz kirli şeyleri, cinayet mikroplarını, virüsleri yüklemeye. Ömür boyu sürüyor, hatta tabutta bile peşini bırakmıyor. O zavallı insanlar “din” denen o musibet ateşten gömleği gönüllü mü giydiler? Kılıçları tanrı adına gönüllü mü salladılar dersiniz? Ah şu kılıç var ya şu kılıç! Uçurduğu kellelerin sayısını tutmak mümkün müdür acaba? O saçma sapan dini de atalarına kılıç zoruyla kabul ettirdiler. Yoksa “Kılıç Müslümanı” demezlerdi! Kendisi yokken bile “Demokles’in kılıcı” her yerde hazır ve nazardır. Hangimize daha beşikteyken sordular: Reşit oluncaya kadar bekleyip, dinini kendin seçmek ister misin evladım? Yoksa ateist kalmak, hiçbir partiye girmeden tarafsız ve düşmansız mı kalmak istersin?
Yer üstünde tutunacak dalları kalmadığından, onca ter dökerek ve emek sarfederek, bin bir zahmetle ve tırnaklarıyla yer altına kazdıkları tünellerde canlarını, ırz ve namuslarını saklamaya ve kurtarmaya çalışan ve savunmaya geçen insanların başına gelenler, kelimenin tam anlamıyla kıyamet gününü aratmamaktadır. O zavallılar onca emeği hurma bahçelerine verip refah ve bolluk içinde yaşayamazlar mıydı? Ya da aynı emekleri tıpkı hasımları gibi öldürücü silah üretmeye ayıramazlar mıydı? Dişinden tırnağına kadar çağın en modern, en öldürücü silahlarıyla donatılmış, dünyanın süper gücü tarafından da desteklenen bir ordu düşünün. Bu tünellere basınçlı su sıkarak yeni bir “savaş taktiği” geliştirmiş. Ortalık ataları Nuh Tufanı anındakinden farksız. Sel sularına kapılmış köstebekler ve haşereler gibi boğularak telef olan insanları mazoşist duygularla seyrediyorlar!
Niccolò Machiavelli, peygamberlerinin bile dişlerine kadar silahlı olduklarını ve inançlarını onun gücüyle yaydıklarını yazıyor. Haksız mı? Namlunun hedefindekiler tanrı kulu değil mi? Hem de onların baş tanrısının ahfadından gelen bir tanrının? Peki hadi Kutsal Kitab’ın öğretisi, sanki kendisinin elinde dikenleri ayıklanmış gül veya zeytin dalı varmış gibi davranarak merhametsizce eli silah tutan yetişkinleri cehenneme gönderiyor diyelim. Ya kadın, yaşlı ve çoluk çocuktan ne istiyorlar? Annelerin yüz ve gözünde iğrenti, kin, nefret ve intikam, çocuklarınkindeyse dehşet, panik ve korku yanında geleceğe taşınacak garazın tohumları ekilmiş, izleri açıkça okunuyor. Zaten halkının tamamı kendi başına ölüm yanında nefretin en aşırısını kusan bir ordu. Metre kare başına atılan bombaların çetelesini tutan var mı acaba? Bizim gençliğimizde bu hesapları Vietnam’da yaparlardı da aklımız ve dilimiz tutulur, yapan katillere hıncımız daha da artardı!
Dünya tarihine bakıyorsunuz, en arif adamlardan filozoflara, peygamberlere, hatta tanrılara kadar savaş karşıtı olmayan, savaş aleyhine vecize söylememiş, kanunun vaaz etmemiş, onu yasaklamamış, ayet ve hadis kılıfına sokmamış kimse yok. Herkes barış meleği kesilmiş. Ama gene de imam bildiğini okuyor, kan akmaya devam ediyor. Galiba söylem ve eylemlerinde samimi değiller! Ekonomiden iyi anlayan Amerikalı bir arkadaşım söylemişti. Eğer Amerika bir yıl savaş yapmasa, ekonomisi tepe taklak çökermiş. Acaba diyorum, bir de bir günde akan veya metre kareye düşen insan kanının miktarını hesaplasalar, litrelerle değil, tonlarla, galonlarla……..
( Devam edecek )
Prof. Dr. Ahmet Ünal kimdir? 1943 yılında Uşak’ta doğdu. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. Münih Üniversitesi Eski Anadolu Dilleri, Kültürleri, Tarihi ve Hititoloji Bölümü eski Başkanıdır. Hitit Uygarlığı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev yaptı. Ahmet Ünal, uzun yıllar Ankara, Konya, Münih, Bern, Antalya ve Chicago Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır.
Türkiye’de çok sayıda kazılara katılmıştır. Çeşitli dillerde Eski Anadolu tarihi, kültürleri, arkeolojisi, dilleri ve Hititlerle ilgili çok sayıda kitap, makale ve sözlükleri vardır.
Hititlerden günümüze kadar Anadolunun nerdeyse tüm kültürel ve tarihi üzerine en bilimsel kitaplar yazmıştır.
Özgün ve özgür bir bilim insanıdır. Söyleyeceğini doğrudan söyleyen bir bilimcidir. Anlattıklarını anlamak kolaydır. Şu anda Osmaniyede kurulu Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi yönetim kurulu üyesidir. Yerelden evrensele dergisinde yazılar yazmaktadır.