Tarih, Mitoloji ve Edebiyat Severlere Büyük Sürpriz ve Müjde!
! Ahmet Ünal’ın Uzun Süredir Beklenen Mitolojik Romanının İkinci Cildi Nihayet Basıldı!
Ahmet Ünal, 29 May 2023
Homeros ve Gilgamiş Destanları ve Tevrat menkıbeleri benzeri klasik ve klişeleşmiş edebiyat ürünlerinden, o onu vurdu, o onu kırdı, o onu kaçırdı, o orayı, o da burayı işgal etti gibi yavan destan ve tarih kitaplarından, hava alanı romanlarından gına getirircesine bıkanlara, güzel bir müjdemiz var! Ahmet Ünal’ın “Dünyanın En Eski Özgürlük Savaşçıları Keşşi, Kumarbi, Telipinu, Ullikummi ve Tanrısal Düzenin Kesin Çöküşü Ezenler ve Ezilenlerin Mitolojik Romanı Kitap 2” başlıklı benzersiz kitabı Bilgin Kültür ve Sanat Yayınları tarafından nihayet basıldı ve satışa çıkarıldı. Bin sayfayı aşan, gerçek bir edebiyat ürünü niteliklerinin tümünü taşıyan yapıtıyla yazar, ne kadar sağlam bir Eski Çağlar bilimcisi olduğu yanında, edebiyat alanındaki üstün yeteneklerini de tüm açıklığıyla bir kez daha sergiliyor. 2022’de “Keşşi, Kumarbi, Telipinu, Ullikummi ve Tanrısal Saltanatın Kesin Çöküşü. Ezenler ve Ezilenlerin Mitolojik Romanı Kitap 1” başlığıyla yayınlanan kitaba göre göre çok daha değişik ve içerik zengini, karıncaların bile başlarını sokmadıkları yerlere girecek kadar ayrıntılarla dolup taşıyor; her sayfa çevirdiğinizde nefes kesen maceralar adım başı okuyanları şaşırtıyor. Birinci kısımda anlatılanlar periferide kalan geniş, genel, açıklayıcı ve ön hazırlayıcı nitelikli ufak tefek olayları oluştururken, ikinci ciltte esas temayı ve anlatılanların belkemiğini, eski Babil, Hurri ve Hititlerin Gilgamiş Destanını aratmayan ünlü Ullikummi Destanı ve onun etrafında dönen maceralar oluşturuyor. Tüm romanın iskeleti ve nefes kesen gerçek öyküsü de zaten burada saklıdır. Dolayısıyla okuyucuyu gerçek heyecanın zirvesine taşıyacak olan bölümler burada saklıdır ve başlı başına okunabilir.
Yazarın üstün yetenek, ustalık ve olanakları görmüş olduğu sağlam ve köklü eğitimin kalitesiyle birleşince, ancak ve ancak bu çapta birisinin böylesi karmaşık bir görev için biçilmiş kaftan olduğunu açıkça kanıtlamaktadır. Zira söz konusu mitlerin nakledildiği kaynak çivi yazısıyla yazılmış ölü dillere hakimiyeti, tarih ve arkeoloji bilgisi, mitolojik olayların cereyan ettiği Anadolu ve Yakın Doğu topraklarını eski ve yeni dil ve kültürleriyle çok iyi tanıyan, o toprakları adım adım dolaşmış ve bilimsel ve arkeolojik kazılar yapmış birisi olarak, böyle bir romanı kendisinden başkası yazamazdı! Hakikaten sayfaların içine dalmış ilerlerken, sadece tüm mekanları gezmiş dolaşmış, olayları çok iyi kavramış, kahramanları yakından tanımış, tüm kişi ve olup bitenleri bizzat yaşamış birisinin böyle bir romanı yazmayı becerebileceğini görüyorsunuz.
Kitabın içerdiği coğrafya, insan ve tanrılar dünyası alabildiğine geniş ve kalabalıktır; yani Gilgamiş Destanı gibi sadece Uruk ve Sümer ülkesiyle veya Homeros Destanlarının daracık hayali Troya kenti surları içine sıkışmış kalmış değildir; birkaç lider ve kahramanla da sınırlanmamıştır; aksine günümüzden beş bin sene önce bilinen topyekûn dünyayı, yani oikumena’yı kapsar. Eski Anadolu, Yakın Doğu, Kafkasya, Çin ve Mısır gibi eski ve köklü dünya efsanelerinin özüne bağlı kalarak yazılmıştır. Olaylar elbette kaynak dillerin konuşulmadığı diyarlara da taşar. Okuyucunun rüyasında bile görmediği yeni dünyalar, olaylar, serüvenlerle insan ve tanrılar, acep şimdi ne olacak saikiyle onu sürekli okumaya teşvik eder!
Okuyucu, en başta, temellerinin ilk kez nasıl ve ne zaman atıldığı bilinmeyen insanlık düşmanı ve sömürgen tanrısal düzen ve onun açık uzantısı vekalet krallık kurumuna karşı dünya tarihinin tanık olduğu en belirgin ve eski sosyalist başkaldırılara ve insanlığın bitmez derdi adaletsiz ve düzensiz düzeni yıkma çabalarına tanık olacaktır. Hiçbir sosyal ve sosyalist laik ayaklanma, burada anlatılanlar kadar eski, çok yönlü ve belirgin değildir ve bu kadar ayrıntılı ve çok yönlü dile getirilmemiştir! Yani tanrısallık kisvesine bürünmüş sürekli baskı yapan ve ezen devlet kurumuyla ezilen ve sömürülen geniş halk kitlelerinin amansız çatışması söz konusudur. Sakın kullanılan size anakronik gelmesin. İsmine ne derseniz deyin, olayların özü budur! Baş kaldırı, her ne kadar sistemi tümüyle kaldıramasa ve söküp atamasa da özünde umulandan da çok başarılı olmuştur. En azından ezilenlerin bitmeyen umut kaynaklığını üstlenmiştir Kurgulamada, eskilerin en az Gilgamiş veya Homeros Destanları kadar bitmez zevkle dinledikleri Hurri kökenli Keşşi masalı, göklerin hakimi Kumarbi miti ve onun rahat ve keyiflerine düşkün, “şımarık, pamuk elli ” tanrıların başına tebelleş edilmek üzere dev dişi yaratık Perunaşena ile çiftleşerek yarattığı, robotları aratmayacak derecede duygusuz kaya azmanı Ullikummi etrafında dönen nefes kesici destan yanında, Sümer, Akad, Mısır, Hitit, Hatti, Hurri, Luvi, Ugarit, Çin, Hint ve Kafkasya dillerinde yazılmış kaynaklar esas alınmıştır.
Özellikle şu günlerde, hantal, sevgisiz, acımasız, gaddar ve uğursuz ellerde her ne kadar şeytan çarpmışa döndürülse ve tanınmaz hale getirilmiş olsa da, doğal ortam ana çizgileriyle hemen hemen aynı kalmıştır. Sadece çoğu kez yeşil gözlük takarak veya gözlerinizi kısarak bakmanız gerekir! Bazı yerler, bizzat sizin üzerinde yaşadığınız, her gün önünden geçtiğiniz, ama ya yitirilmiş ya da gösteren ve anlatan olmadığından göremediğiniz, gizlerinin içine sızamadığınız olağan mekanlardır. Şimdi gecikmeli de olsa bir zamanlar o yerlerin de kendilerine has derin, mistik efsaneleri, masalları, mitleri, ruhları ve dilleri olduğunu ve o sıradanmış gibi gelen yıpranmış, çoraklaşmış, kirletilmiş, çürük betonlarla ve taş ocaklarıyla tıka basa doldurulmuş ve yavan toprakları süslediklerini ve canlandırdığını okuyunca, bugüne dek hangi hakla sizlerden saklandığına ve unutturulduğuna hayret edip kalacak, yıkanlar, tahrip edenler yanında yapan ve yaptıranları da lanetleyeceksiniz!
Kitap, okuyucuları şimdiye kadar hiç ama hiç gitmedikleri, görmedikleri, tanımadıkları, adını bile duymadıkları çok değişik dünyalara, kentlere, köylere, dağlara, bayırlara, göklere, denizlere, ırmaklara, derelere, göllere, mağaralara, çöllere, bataklıklara, yeraltına ve başkaca coğrafi bölgelere götürecek, iyisiyle kötüsüyle nice tanrı, insan, azman yaratık, in cin, şeytan, ejderha, melek, hayvan, akıl almaz olaylar ve doğa güçleriyle tanıştıracaktır. İnanın, historia dediğimiz gerçek tarih sizi hiçbir zaman elinizden tutup bu kadar bilinmeyen, Jules Verne’in veya Alice’in gizemli terra incognita ve devler diyarına götürmesini beceremez. Yapamaz, çünkü elinde kanıtları yoktur, kendi yarattığı yapmacık kurallar köstek olur, sadece hayallerle sınırlar. Ama, ya mitler öyle mi? Verir kahramanlarının eline o tılsımlı asasını ya da kılıcını, gönderir harikalar diyarına! Okuyan hiç farkında değildir. Aniden kendini olayların içinde, mistik alemin ortasında bulur. Böylece uzak yakın uygar ve vahşi dünyaların tüm ırkları, inançları, tanrıları, fauna ve florasıyla birlikte sahnede eksiksiz ve otantik yerlerini alırlar. Gezip göreceğiniz tüm yerler, kentler, dağlar bayırlar uzay filmlerindekilerin aksine hayal ürünü uydurma yerler değil, gerçektir, tarihi olsun mitik olsun olayların geçtiği gerçek mekanlardır, sizin de yaşadığınız, tanıdığınız ya da okuyunca “haaa, demek burasıymış!” diye haykırarak tanıyacağınız yerlerdir; bağınız bahçeniz, evlerinizin temelleri, her gün üzerinden geçtiğiniz köprüdür. İnsafsız ve netameli ellerde doğa onca hırpalanmasına rağmen henüz bütünüyle yok edilememiştir, bir dinozorun haşmetli iskeleti gibi esas şekliyle gözlerimizin önünde uzanmaktadır. Sadece size anlatan, dillendiren, allayıp pullayıp süsleyen olmadığı gibi, o cansız ve ruhsuz şeyler de dillenip size tarih ve mitlerini anlatamamışlardır. Kriptik kalmışlar veya nasıl derseniz deyin yok edilmiş, ihmal edilmiştir!
Mitolojiler dillendirdiği olayları okuduktan sonra, geçmişin tüm yönleri ve açıklığıyla kapı eşiğinize kadar getirildiğini görecek, meğer şu tanrının günü önünden geçtiğim kayalığın arkasında, ulu çınarın altında, o esrarengiz karanlık ve ıssız derede, çeşme taşının yanında, ayyaşların buluşma yeri ve pislikten girilmeyen mağarada, yatırda, mezarlıkta, bana evliya mezarı olarak tanıtılan yatırda, harabelerde, dağın tepesinde, çocukluğumda balık tutmaya veya yüzmeye gittiğim ırmağın kenarında neler olmuş bitmiş, şu ulu ağaç nelere tanık olmuş da benim haberim olmamış, diye saçınızı başınızı yolacak, o esrarengiz coğrafyanızı, çoğu Arabistan çöllerinden veya İran bozkırlarından aktarılmış, uygar Anadolu’nun tabii ve beşeri yapısına hiçbir şekilde yakışmayan, sırıtan, yamama abuk sabuk evliya menkıbeleriyle tıka basa dolduran cahil cühelaya haklı olarak lanetler yağdıracaksınız! Ancak bakıp bir zamanlar var olan doğanın gerçek yüzünü gördükten ve otantik olayları yaşadıktan sonradır ki, içinde yaşadığımız şu güzelim coğrafyayı doğallığından kopararak, mitlerinden arındırarak Kerbela’ya çeviren, sonra da, her yanı Kutsal Kitap efsaneleriyle dolduran, zır cehalete, kültür sömürücülüğüne, zorbalığa ve yobazlığa davetiye çıkaranlara bir kez daha lanetler yağdıracak, o büyülü mitolojik zamanları yaşama şansınızın olmadığına bin pişman olacak, o eşsiz nimetleri elinizden zorla alan tarih hırsızlarına defalarca diş bileyeceksiniz! Bir çoklarınız o esrarengiz gemiye binip uzaya değil, zaman makinasına atlayıp geçmişe seyahat etmek isteyeceksiniz. Zira kökenlerimiz, köklerimiz, göbek bağımız gelecekte değil, geçmişte saklıdır! Bu ise ancak köklü bir ayıklama ve temizlemeden sonra mümkün olacaktır. O ruhsuz, mitsiz, yüzeysel coğrafi öğeler şimdi anlam, biçim, derinlik ve başkaca yeni boyutlar kazanacak, size açılacak aralık, delik ve kapılardan hadi ne duruyorsun, sen de içeri bak, uyan ve gerçek olanları seyret artık, diyecektir.
Bu kadar geniş mekân, coğrafya, olay ve kahraman zenginliği elbette uydurma olamaz; temel bilgiler, eskilerin zevk, neşe, düşünce, tercih ve hüzünlerini katkısız dile getiren asli yazılı kaynaklardan gelmektedir. Su katılmamış gerçeklerin süzgeçten geçmiş özüdür.
Her ne kadar insan doğası ve haysiyetine aykırı olağan dışı koşullar altında yatsa da, envaiçeşit bunalımların tavana vurduğu ve sabır sınırlarını zorladığı şu sıralar (pandemi, ekonomik kriz, deprem, iç ve dış göçler, savaşlar, yalan dolan, talan, rejim değişikliğinin yarattığı sancılar, kavga gürültü ve gelecekte insanlığı bekleyen daha nice musibetler), tam da okuma, “mitolojik gerçeklere” sığınma, onlarda teselli arama, hatta çare bulma, akıl danışma, geçmişi yeniden okuma ve yaşama ve eskilerin en musibetli, çileli, uğursuz, bahtsız, amansız, umutsuz, çaresiz ve sıkıntılı anlarında bile nasıl zekice ve kusursuz bir mantıkla davranıp, teselli, oyalanma ve kurtuluş yolları arayıp bulduklarını öğrenme zamanıdır. Hadi şer güçler kurtulmanıza izin vermediler. O zaman en azından tünelin sonunda kesin umut ve kurtuluş ışığı belirinceye dek teselli aramaya ve oyalanmayla vakit geçirebilirsiniz. Böylesi patolojik yeislere (depresyon) düşmekten daha ehvendir! Zaten büyük güçler ve uluslar, yenilgi, yıkılma ve çöküş yıllarında sürekli mitolojilerine sığınmışlar, en büyük teselliyi onda bulmuşlar ve bu suretle ayakta kalmayı başarmışlardır.
Sakın bilgisayarları, cep telefonları, televizyonları, fotoğraf makinaları ve arabaları olmayan, ata binmesini ve çatal bıçakla yemek yemesini dahi beceremeyen o ilkeller bunları nereden bileceklermiş, bizi nasıl teselli edebilirlermiş diye dudak bükeyim demeyin, çünkü hem yanılmış hem de haksızlık etmiş olursunuz; hiç kuşku yok, çoğu hususta eskiler bizlerden daha zeki, kafalı ve en önemlisi zindeydiler. Elbette çok az ve en esasla olanı biliyorlar, yaşayacak kadar yiyor içiyor, üşümeyecek kadar giyiniyorlardı, ama bildikleri özdü, içinde bulundukları koşullar için yeterliydi; sade, saf ve temizdi. Az ve öz, ama temiz ve doğal yiyor içiyorlardı. Bu da demekti ki, dimağları gereksiz kirli safsatalarla silme baştan dolu değildi; ve en önemlisi fazlasıyla çevik yapılı, dinamik ve dinçtiler. Modern zamanlar insanlarının onca para dökerek güç bela öğrenmeyi başardıkları yabancı dilleri, aşırı karmaşık çivi ve resim yazısı sistemleriyle birlikte bir çırpıda öğreniyorlardı. Ümmi olanlar, uzunca masal, destan, kutsal kitaplar ve ayinleri akıllarında tutabiliyorlardı. Kadrini bilenler için geride bıraktıkları tarihi miras içinde tükenmez, paha biçilmez hazineler saklıdır, deva olamayacağı sorun yoktur, yeter ki insanlar usulüne uygun şekilde tarih aynasına bakmasını, sormasını, aramasını, karşılaştırmasını, en önemlisi sabırla okumasını ve ölçüp biçerek değerlendirmesini bilsinler.
Asla unutulmaması gereken bir nokta vardır. Burada anlatılan dramatik olaylar, Batı tarih yazımında “Yunan Mucizesi” olarak bilinen çağın arifesinden çok ama çok daha önceleri (yaklaşık bin yıldan uzun!) cereyan etmiştir. Yani bu mucizeyi hazırlayan, doğmasına ve gelişmesine zemin oluşturan motifler, dürtüler, olay ve gelişmelerin nüveleri tamı tamına burada saklıdır! Bu bakımdan, nasıl ki o eşsiz mucize Rönesans, Reform ve aydınlanma çağını hazırlamış, insanlığı kurtuluşa taşımışsa, Kumarbi’nin Ullikummi’yi araç olarak kullanmak suretiyle başlattığı özgürlük ve bağımsızlık savaşı da tarihte ilk kez Yunan mucizesinin öncülüğü görevini üstlenmiştir! Aynı kültürel nüveden fışkıran göklerin hâkimi Kumarbi efsanesini Teogonia’sına olduğu gibi aktaran Hesiod, niye Levant’ta, Ege sahillerinde veya adalardan birinde tüccarlardan veya gezgin şairlerden (rapsod) Ullikummi efsanesini de dinlemiş ve etkilenmiş olmasın?
Yazarın anlatım dili aşırı derecede akıcı, yumuşak, okşayıcı ve özgündür. Ortam ve duruma göre bilimsellikle, edebi olmakla, halk ağzı anlatım biçimi arasında sürekli gelgit yapar durur. An olur, ölmüş, unutulmuş gitmiş dillerin iz, koku ve çeşnisini taşır. Akıcılığı ya da üslup sıçraması, bir bakıma kaynakların bolluk ve durumuna, o an anlatılan olayın içeriği ve niteliğine sıkı sıkıya bağlıdır. Yani dili uzaktan sürekli kumanda eden nesne, bizzat olayların kendisidir. Olaylar vardır, şiir okur gibi bir çırpıda dile getirilir. Olaylar vardır, yeni dillenen çocuklar misali “nasıl anlatayım, hımmm, nasıl söyleyeyim”, diye ağızlarda gevelenir durur. Birinciler, tüm sempati ve sevginize rağmen bir türlü dillendiremediğiniz, ikinciler ise sevmedikleriniz, ısınamadıklarınız, ya da çok karmaşık olduğundan, dile dökerken güçlük çektiklerinizdir. Kuru olayları anlatırken yazarın dili, sözcüğün tam anlamıyla “kuruyor” ya da “tutuluyor”. Bu, asla yazarın kabahati değildir. Ama yeri gelince, heyecanlı, özgün, iyi, güzel, olumlu konulara el atınca üslup coşuyor, tavana vuruyor, lirik stilin kenarına yaklaşıyor. Bunu yaptıran birtakım öğeler vardır ve o da konu ya da olayın kendisinden, akıcılığından veya teklemelerle dolu olmasından başka bir şey değildi. Yazara göre lirik anlatım, insanı tanrısallığa, yüceliğe, mutlak güzelliğe adamakıllı yaklaştıran tanrı vergisi bir niteliktir.
Kitabın sonuna eklenen “Tarih Animasyonu” adı altında sunulan deneme, başlı başına değişik ve “genre” açısından benzersizdir. Mizah, taşlama, anafor ve hicivle karışık söylemlerle doludur. Anadolu’da yaşamış tüm kuşakların dirilip topluca eski baba yurtlarını ziyarete gelmeleri bir bakıma Kuran’da dile getirilen mahşer ya da kıyamet gününe benzer. Ancak büyük beklenti ve farklar vardır. Orada insanlar pasif, itaatkâr ve mutlak bir kadercilikle sorgulanmayı, kendilerine verilecek mükâfat veya cezayı beklerlerken, burada aktiftirler, kendileri göçüp gideli beri pek özledikleri ve canlarından çok sevdikleri atalar yurdunda olup bitenlere hüzün ve kuşkuyla bakarlar. Bu insanlar, kent yaşantısıyla pek ilişkisi olmayan Karacaoğlan’ın bile, “kim var imiş biz burada yoğ iken”, diye hayretler içinde sorduğu kimselerden başkaları değillerdir. Geçen zamanda yapılan tahribatları sorgularlar, değerlendirirler ve çoğu durumda haklı olarak tepeleri atar, hepsi de dile getirilemese bile dağdan gelip bağdakileri kovanlara acımasızca basarlar küfrü! Onlar ölüp gitmiş olsalar da, Anadolu’yu unutmamışlardır, zira en başta mezarları bile buradadır, burada yaşama hakları vardır, su katılmamış Anadoluludurlar. Yurt tutmada mezarların ne kadar önemli olduğunun açık kanıtıdırlar! Zira en az mitler kadar mezarlar da onların eski vatan topraklarının tapu senedidir!
Prof. Dr. Ahmet Ünal kimdir? 1943 yılında Uşak’ta doğdu. Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. Münih Üniversitesi Eski Anadolu Dilleri, Kültürleri, Tarihi ve Hititoloji Bölümü eski Başkanıdır. Hitit Uygarlığı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev yaptı. Ahmet Ünal, uzun yıllar Ankara, Konya, Münih, Bern, Antalya ve Chicago Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır.
Türkiye’de çok sayıda kazılara katılmıştır. Çeşitli dillerde Eski Anadolu tarihi, kültürleri, arkeolojisi, dilleri ve Hititlerle ilgili çok sayıda kitap, makale ve sözlükleri vardır.
Hititlerden günümüze kadar Anadolunun nerdeyse tüm kültürel ve tarihi üzerine en bilimsel kitaplar yazmıştır.
Özgün ve özgür bir bilim insanıdır. Söyleyeceğini doğrudan söyleyen bir bilimcidir. Anlattıklarını anlamak kolaydır. Şu anda Osmaniyede kurulu Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi yönetim kurulu üyesidir. Yerelden evrensele dergisinde yazılar yazmaktadır.