Yazarlar-Konular

Hititler Devri Anadolu’sunda Savaşlar ve İnsan ve Hayvana Dönük Şiddet

Prof. Dr. Ahmet Ünal

Ahmet Ünal, 18 Kasım 2022’de Ankara Gazi Üniversitesi’nde sunulan bildirinin hafif değiştirilmiş şeklidir
RESIM: Şiddet ta ezelden beri toplum, insan ve tanrıların ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir!
Kavramlar vardır, belirli aralıklarla her aklınıza geldiğinde veya sözü edildiğinde, en belirgin çizgileriyle anında ya bizzat yaşanmış ya da duyulmuş ve insanın üzerinde derin izler bırakmış olayları çağrıştırır. Yolda, yolakta, okulda, iş yerinde, kışlada, trafikte hepimizin hayatına sıkı sıkıya girmiş olan şiddet ve işkence de böyledir. İşin ilginç yanı, şiddetten azade insan yoktur! Eskileri “ilkel” olarak küçük görmeye ve ayıplamaya hakkımız olamaz! Bu konuda geçirdiğimiz aşamaları, gittiğimiz arpa boyu yolu ve ulaştığımız noktayı “Büyük Tarih” şeridine (Big History) serdiğimizde, yüzümüzün kızarması ve utançtan yerin dibine batmamız için sayısız nedenler olduğunu görürüz. çünkü şiddet nitelik ve nicelik açısından artmış, almış başını gitmiş ve hâlâ da gitmektedir. Bakmayın siz, güya savaşsız yıllarda yaşıyor kuruntusuna kapıldığımızda, bizzat maruz kalmadığımızı sandığımızdan, mutlaka ya duymuşluğumuz, ya da bizzat tanıklığımız vardır. Bilmem farkında mısınız, şiddet, hiddet, öfke, kin, garaz, külhanbeylik ve bireysel intikam duygularının anında kabardığı ve kaba güce ve eyleme geçirildiği, ilkel ve hayvansal duygularına hâkim olmayan vahşi bir toplumun içinde yaşıyoruz. Her geçen gün agresyon denen baş belası, strese ve geçim sıkıntısına paralel olarak artmaktadır. Bir kesim medya grupları bu insanlık ayıbını silmeye katkıda bulunacağı yerde, işi maddi çıkara çevirmiş, özel haber ajansları türetmiş, işi gücü bırakmış, sanki onsuz yaşanamazmış gibi iğrenç ve çirkin şiddet avının peşine düşmüş, toplumu felaket ve barbarlık örnekleriyle korkutmakta, sindirmekte, zehirlemekte, yarın endişesi yaratmaktadır. Sanki insanları böylesi iğrenç alışkanlıkların olağanlığına hazırlıyorlar. OBS kameraları ve cep telefonları sayesinde işleri oldukça kolaylaşmıştır! İnsanlar kafayı yemiş, şiddet haberlerinin müptelası olmuşlardır! En korkutucusu, gittikçe nüfusu artan, kaynakları daralan ve yoksullaşan dünyamızda güçleşen yaşam koşullarına paralel gittikçe artıyor ve yağmacılık, soygunculuk, kapkaççılığın önünü açıyor. Tüm bunlar şiddet değil de nedir? En önemlisi, asla bitmeyeceğinin, giderek daha da artacağının belirtileri değil mi? Niçin anneler ve babalar çocuklarına “savaş oyuncakları”nı yasaklamakla ona engel olacaklarını mı sanıyorlar?
RESIM: Achilleus Hektor’u öldürüyor ve Hektor’un cesedi babasının gözleri önünde Troya kent surları etrafında sürükleniyor. İlhamını Homeros destanlarından alan bu sözde “sanat eserleri”ni tanımayan, bilmeyen Batılı, adam yerine konmaz ve buna savaş karşıtlığı denir!
„Şiddet“in öznesi insan, nesnesiyse en başta kendi hemcinsleri yanında tüm diğer canlılar veya doğadır. Son yüzyılda uzaya bile yayılmıştır. İnsan, nice zamandır ay, Mars ve Jüpiter gibi gezegenlerde hayali “düşman” aramaya soyunmuştur!
Şiddet hiç kuşkusuz, kötülükleri meziyetlerine kıyasla ağır basan insanlığın en başı çeken ayıplarından biridir ve tipik işkencecilik ve gaddarlık örneğidir. Ve maalesef insana daha doğum öncesinde bulaşmış genetik bir hastalıktır ve eğitimle giderileceği yerde hayat boyu gittikçe şiddetini arttıran bir musibettir. Onu haklı göstermek için uzun uzadıya bir gerekçeler listesi sunmaya gerek yok. En başta yaşamak, var olmak, karnını doyurmak hakkı ve daha niceleri sayılır ve işkence görenin veya öldürülenin de bu hakları aynı düzeyde sahip olduğu göz ardı edilir. Çünkü o “düşman”dır, “öteki”dir!
Teoride neredeyse tabulaştırılan şiddet ve işkence, belirli toplumlarda politika ve baskı aracı olmuştur ve bunu yapanlar, insan haklarına aykırı davranan, işkenceci barbarlar olarak damgalanmaktadır. Öyle ki düpedüz işkenceci toplumların bizzat kendileri başkalarına insan hakları öğretir hale gelmiştir. İşin ilginç yanı, işkence yöntemlerini öğreten de, en başta silah olmak üzere işkence ve katliam araç gereçlerini sağlayan da kendileridir! Hele hele yaşam savaşı, gelecek endişesi, kapitalizmin acımasız sömürü düzeni ve savaşların başını alıp gitmesi, dünyada kaynakların insanlara artık yetmeyeceği korkusu, hiddet ve şiddetin niteliklerini daha da arttırmaktadır. Yağma, talan ve katliam en çok savaşlarda belirginleşir.
Hobbes’in “insan insanın kurdudur” (homo homini vulpa) vecizesi ile Johann Wolfgang Goethe’nin “„İnsanlar sadece birbirlerine işkence etmek ve birbirlerini gırtlaklamak için vardırlar; bu ezelden beri böyleydi ve tüm zamanlarda böyle kalacaktır” şeklindeki karamsar, ama yerinde tespiti, savaş ve şiddetin geleceğine dönük çok şey açıklar. Anton Çehof’un “Silâh ve diğer savunma araçlarıyla kendini vahşi hayvanlara karşı savunabilirsin ama kötü insana karşı hiçbir savunma silâhı yoktur” söylemi ise yeisimize ve umutsuzluğumuza tuz biber olur. Arabalar dolusu başkaca vecize ve söylemler bulabilirsiniz, ama bu ayıbı değiştirmeye, durdurmaya ve örtbas etmeye maalesef yetmez. Tanrıların bile vahşi tutkularına hâkim olamadıklarını adım başı görmüyor, mitolojilerde okumuyor muyuz? Karl Marks’ın “Silahları saban demirine dönüştürün” vecizesini diline pelesenk eden Komünizm sonunda hunharca çökertilmedi, dünyamız, hatta uzay kesintisiz bir savaş alanına çevrilmedi mi?
Acı bir gerçek vardır: Tek taraflı susan silahla barış sağlanamıyor. Bunu, son Apaçi reisi Geronimo’nun “savaş yaşamaktır” deyimi, insanın elinde olmayarak asla savaşsız yapamayacağı çaresiz duruma işaret ediyor. Nitekim silahlar ancak özgür bir kavim yok edilip dejenere edilmiş kalıntıları rezervasyonlara tıkıldıktan sonra sustu.
Sıradan insan, şiddet ve işkencenin işlevini sadece Orta Çağ kalelerinin karanlık zindanlarında yerine getirdiğini ve o cehalet ve vahşet devrinin çoktan kapandığını zannetse de yanılır, çünkü o, insanın ayak bastığı her yerde vardır, bitmemiştir ve insan var olduğu sürece bitmeyeceğe benzemektedir!
Münih Üniveritesi’inde derslerimden birinde Hitit Kanunlarını okuturken uygulanan bazı vahşi ceza yöntemlerinin açıklamasını daha iyi yapabilmek için bir öğrencimin bana gösterdiği Rüdesheim’daki Foltermuseum (İşkence Müzesi) kataloğunu derste kullanmıştım.
RESIM: Avrupa’da güya işkenceyi bertaraf etmeyen yarayan işkence müzeleri vardır
Kullanılan yöntem ve aletlerin çeşitliliğini görünce tüylerim diken diken olmuştu. İğrenç cezalandırmalar arasında uçurulan kelleler, idam etmek, tekerleğe vurmak, suda boğmak, kızgın suda haşlamak, yakmak, canlı canlı toprağa gömmek, kazığa oturtmak, duvara gömmek, insan bedenini dörde bölmek, sakat bırakmak, kör etmek, elini, parmaklarını, kulak ve dilini kesmek ve daha niceleri vardı. Hele hele işkence aletlerinin çizim ve fotoğrafları tüyler ürperticiydi. Viyana, Prag, Leipzig, Brügge ve Freiburg da benzerlerinin olduğunu biliyorum. Uygar toplumlar biraz da müzelerin pragmatik işlevlerine ayak uydurarak günah çıkartmak, kirli geçmişleri dolayısıyla özür dilemek istercesine böylesi ayıplarını alenen sergilemekle, sözüm ona dürüstlük ve hümanistliklerini kanıtlamak isterler. Bunun yanında sanki günümüzde insan hafızasından tamamen silinmiş ve “müzelik” olmuşçasına, haklı olarak bilinç altından şeytanının sesine kanarak geriye dönüp onu tekrar bir enstrüman olarak kullanma endişe ve korkusundan çekinirler! Daha düne gelinceye dek uyguladıkları işkenceleri diğerlerinin yaptıklarını görünce, şartlar hazır olduğunda gene aynı alışkanlıklarına kendilerinin de her an başvurabileceklerini unutarak onları insan haklarına ihlal etmekle suçlarlar.
Şu hale bakar mısınız? Milyonların kanını akıtan Birinci Dünya savaşının sonunda bilim insanları göreve çağrılarak savaşları sona erdirecek çareler aramaları istendi. Ne yaptılar biliyor musunuz? Laboratuvarlarda güya caydırıcı yeni silah geliştirdiler. Savaş uçakları, nükleer füzeler, zehirli gazlar, tank, denizaltı, makinalı tüfek, top, piyade tüfekleri, bombalar…… Günümüzde dişine kadar silahlanarak barış tesis etme, baş şeytanı şeytanla kovmaya çalışmaya ne kadar benziyor, değil mi?
RESIM: Harabeler ne kadar da suçsuz ve temiz! Ne tek bir damla kan, insan teri görülüyor nede işkence gören insanlar feryatları işitiliyor! Resimde Hitit başkenti Hattuşa karlar altında
İnsan kalıntı ve döküntüleriyle dolup taşan ören yerlerinde, müzelerde, arazide, tonlarca arkeolojik malzeme ve binlerce çivi yazılı tabletlerin üzerinde ne bir nebze kan, ne bir damla ter, ne göz yaşı, ne dere kenarında kokuşmaya yüz tutmuş bir ceset, ne aç ve sefil çocuklar, ne bağrından koparılan biricik evlatlarına ağıt yakan bir anne, ne de cinsel tacize uğramış kadın görürsünüz. Demek ki şiddet ta başlangıçtan beri ayıp ve yüz karası sayılmış ve Babil, Asur ve Mısır sanatındaki caydırıcı, böbürlenici bazı istisnalar dışında sanata yansıtılmamıştır. Geride kalanlarıysa her şeyi temizleyen silmiş süpürmüş! Hafızalardan bile silmiş! Ama anıtların başında, taş binalarda, savaş alanlarında, ekilip biçilen tarlalarda, dağda bayırda şiddetin, eğer dilerseniz bir kenara çekilir, zaman makinasına biner geriye doğru bir yolculuk yaparak seyredebilirsiniz. Bu şekilde kan ve terin izlerini okur, kokusunu alabilirsiniz. Tapınak ve kraliyet çiftliklerinde çalıştırılan köleler, çobanlar, devasa taşları kıran ve taşıyan insan ve hayvanların nasıl amansız işkence ve şiddet altında çalıştırıldıklarını görebilirsiniz.
Geriye kalanlarıysa, zaman ve tarihi “güzelleştiren” tarih babaları o ayıpların üzerini beyaz bir badanayla kapatmış, hafızalardan silmiş süpürmüşlerdir! İçtiği onca kandan sonra bir nebze uslanan ve işine gelince unuttuğu ar, namus ve merhamet duygularına yeniden kavuşan Frankenstein bozması insan, geriye kalan ayıpların izlerini temizlemiş ve örtbas etmiştir. Aksi halde insanın fotoğrafını arka tarafından çekmesi gerekirdi. Yararı var mıdır? Bence hayır! Yarın karnı acıkınca veya öfkelenince bir anda canavarlaşıp canavarlaşmayacağını asla bilemem.
RESIM: İnsanlar, bilhassa Türkiye’de gittikleri her kalede zindan ve işkencenin izlerini ararlar ve bulduklarını sanırlar. Resimde herkesin yanlışlıkla zindan sandığı ve hayallerini süslediği Mardin yakınlarındaki Dara antik kentinde bir Süryani yapısının devasa dehlizleri
İşkenceyi kader sanan ve onunla koyun koyuna yaşayan her Doğu insanı gibi Türkler de size her gittiğiniz yerde “gralın zindanını” veya “gözlere mil çekilen mekanları” gösterirler. Ancak gösterdikleri mekanların çoğu kiler, dehliz, sarnıç, şarap ve erzak mahzeni olsa da, işkence, cebir ve şiddet, onun beynini yıkamış, içine bir güzel kazınmıştır. Onun için zindanı olmayan ya da savaşmayan kral adam değildir!
Şiddet nedir, nerelerden kaynaklanır, genetik midir yoksa sonradan edinilen alışkanlıklar mıdır ve neden uygulanır gibi soyut soruların yanıtları tüm araştırmalara rağmen açık kalsa da gerçek olan, Budizm gibi göresi olarak aşırıya kaçan hümanistik yaklaşımı ve fosil gözüyle bakılan din mensupları dışında kalan tüm toplumlarda karşılaştığımız yüz kızartıcı bir ayıptır. Bugün bile bir tarihçi olarak yazarken yüzümüz kızarıyor! İnsanın dünyayı algılayışı, üretim ve tüketim şekli değişmediği sürece ortadan kaldırılması mümkün değildir.
RESIM: Şiddet, katliam ve soygunda insana örnek olan dişine kadar silahlı Fırtına Tanrısı
Ufak bir diyalektikle pekâlâ kalkar ve insan bu musibeti de tanrılardan öğrenmişlerdir diyebiliriz. Nasıl mı? Aptal mı desek, saf mı desek, kurnaz mı desek, canavar mı desek, insan tarafından işlenen ayıp ve suçlara karşılık olarak “ilahi ceza” şeklinde algılanan tüm felâket, afet, musibet, hastalık, yokluk, kıtlık, kuraklık, tanrıların insanlara yaptıkları işkence değil de nedir? Hıristiyan teolojisine “theodezee” olarak giren bu yaklaşıma göre girdiği günah karşılığında tanrısından tokat yiyen mümin, diğer yanağını da uzatır, çünkü hiç sıkılmadan suçluluğunu peşinen kabul eder. Bir kez daha basit bir örnek vererek açıklamamızı sürdürelim: Hani bir buyruk metnindeki kayda dayanarak hep “Hitit tanrıları insanlara benzerdi” denir durur ya. Demek ki şiddet insanın kendi yapısında saklı ve bunu tanrısına da mal edebiliyor.
Çok ve tek tanrılı dinlerde geçerli “iyi ve kötü”nün (melek ve şeytan) at başı gittiği düalist açıklama şekli, bu varsayımı pekiştirir. Hurro-Hitit mitolojilerinde oğul, babanın penisini ısırarak koparacak kadar ileri gider, neredeyse çıldırır, kudurur, canavarlaşır. Çıkar ve taht kavgası, ihtiras söz konusudur. Eğer bunu yapmasa, öbürü berikinin defterini dürecektir, gasp edecektir. Motifin ne olduğu önemli değildir, ama uygulanan yöntemin vahşiliği ve gaddarlığı ortadadır.
RESIM: Canavar canavarı, baş gaddar küçük gaddarı korur mu? Hem de nasıl! Günümüzde sözde müttefikleri aracılığıyla savaş yürüten, etnik temizlikler yaptıran güçleri bir düşünün. Sözüm ona masum kral tanrısının sıcacık himayesinde. Dikkat edin, himaye eden “tanrı”nın hiç de barış güvercinine benzet tarafı yok!
Baskıcı ve militarist sistemin sağlam temellere oturtulması ve devam ettirilmesinde, toplum düzeninin sağlanmasında enstrüman olarak zaten en başta bir süreden beri “kanlı felâket” dediğim, her türden şiddet, işkence ve başkaca ayıpların babası savaşları gerektiriyordu. Toplum “düzeni” kurmadaki rolünü hepimiz biliriz ve “adaletin kestiği kol acımaz” desturunu yadsıyanımız yoktur! L. M. Montgomery “Yeşilin Kızı Anne” romanında, deneyimli bir öğretmeni yenice mezun olmuş, mesleğine başlamak üzere olan Anne ile karşı karşıya getirir ve ona sopasının hazır ve sağlam olup olmadığını sordurtur. İdealist Anne, hayır ben çocukları kötekleyerek, şiddet uygulayarak eğitmeyeceğim, severek işi halledeceğim, çünkü her insanın içinde bir iyilik olduğuna inanırım, onu bulup çıkaracağım dedirtir. Gene de bir gün sabrı taşan ve öfkesine sahip olamayan genç öğretmen, itaatsiz ve ukalânın teki öğrencisi Pye’i tokatlamaktan kendisini alıkoyamaz! O ana kadar sırf kadın olduğu için öğretmenden nefret eden bu öğrenci, ancak dayağı yedikten sonra öğretmenini sevip saymaya başlar. Ne de olsa kendisini dövmekle “erkekçe” bir iş yapmıştır. Bu da bizi, aynı zamanda şiddetin erkekle olan ayrılmaz ilişkisine götürür. Olmadık gerekçe ve yöntemlerle gerçeklerin ve suçluların işkence yöntemiyle bulunup ortaya çıkarıldığı inancı hâlâ yaygındır ve uygulanır. Ancak baskı, şiddet ve işkencenin omuzlarında yükselen adaletin ne derece adalet olabileceği kuşkuludur. Avrupa Yeni Çağı’nda ve günümüz Türkiye’sinde hemen her aydın, mucit, düşünür, reformcu ve bilim insanının hayatında şiddetin derin izleri sezilir. Edebi eserlerde en yaygın genre ve motiflerden birisi de şiddettir.
Şiddetin tüm varyantlarıyla tamamen kaba kuvvete dayanan işgalci, militarist, yayılmacı, yağmacı ve haraççı bir devleti çekirdekten kurmuş olan Hititlerde de yaygın biçimde görülmesi bizi nasıl şaşırtabilir ki? Güçlüye gönüllü olarak teslim olmayan toplumlarda düzen ve adalet, yaygınca “itaat altına alma ve ceza” kılıfı altına saklanan şiddetin omuzları üzerinde yükselir ve saydığımız öğelerden her birisi, insanın içtenlikle yaptığı eylem değildir ve hepsi de şiddet, işkence ve zor dayatılarak yaptırılır. Friedrich Nietzsche’nin tabiriyle sözde düzenin sağlanmasında dinle devlet el birliği yaparlar. Biri „günah“ (waštul), diğeri de “yasak” (natta ara) denen araçlarını devreye sokarak hedeflerine ulaşırlar. Nihayet cehennem ateşi gül bahçesi değildir!
RESIM: Yeni Asur devrinde su kabakları misali kazıklara asılmış insanlar
Yeni Asurlular kadar gaddarca ve çeşitli olmasa da Hititlerin de benzeri sadistçe ve mazoşistçe işkence ve cezalandırma yöntemleri mevcuttur. Sırf metinlere aksayanlar bile, bunu fazlasıyla kanıtlamaya yeter de artar bile. Hadi varın, susulanların, hasır altı edilenlerin neler olduklarına siz karar verin! Saray Kroniği denilen metinlerde, savaş raporlarında, enstrüksiyonlarda, kanunlarda, devlet antlaşmalarında, mektuplarda, fal metinlerinde ve diğer metinlerde görülebilir.
Şiddet, işkence, eziyet gibi sistematik uygulamaları ifade eden terminoloji, bilinen tabulaştırıcı nedenlerden ötürü yeterince gelişmemiştir. Öyle ya, insanın ayıplarını açık seçik anlattığı nerede görülmüştür? anda aimpanu- “yük olmak, eziyet etmek”, elaniya- “eziyet etmek”, LÚšiššiyala- “?”, wešuriya- “boğmak, boğazını sıkmak”, wešuriškatalla- “işkenceci” gibi sözcükler, gerçek uygulamada karşımıza çıkmaz.
Saray Kroniğinde açık seçik anlatılan anekdotların amacı, caydırıcı örnek oluşturmalarındandır. Şiddet veya işkence denebilecekleri arasında insanın başına elek veya sepet içinde buzlu su koyarak ortalıkta dolaştırmak, kızgın taş üzerinde yürütmek, kör etmek, çırılçıplak yürütmek, kafasında testi kırmak, tuzlu su içirmek, vücuduna iğrenç ve pis kokan sıvalar sürmek, pis kokulu, acı ve iğrenç sıvılar içirmek, penisine darbe vurmak, zincire vurmak vardı.
RESIM: Kadeš Savaşını betimleyen Mısır kabartmalarında Hititli tutsaklara layık görülen işkence yöntemleri
Mısır-Hitit barış antlaşmasında mültecilerin kaçmasıyla ilgili muhtevada men edici de olsa aşırı vahşi ceza ve işkence yöntemleri sayılır: dillerinin koparılması, gözlerinin oyulması, kulaklarının koparılması, ayaklarının kesilmesi. Bir fal metninde kavga çıkaranlara verilen ceza ilginçtir. Tanrı huzurunda birbirleriyle döğüşe zorlanırlar.
RESIM: Bir kabartmalı vazo üzerinde lir çalan kör müzisyen. Vazo ustası sanatkârın amalığını göz kapağına yansıtmasını başarıyla becermiştir!
Sakatlık, körlük, sağırlık, topallama gibi birçok bedensel özürlerin arkasında ne derece kasıtlı yaralama ve işkence veya kötürüm etmenin sonuçları yatıyordu, metinlerden öğrenmek mümkün değildir. Ancak kör etmenin izleri adım başı görülüyordu, çünkü kölelik, yağma ve sömürü sisteminin bir parçasıydı.
Bana sorulursa, Hititlerin en yaygın, en gaddarca uyguladıkları şiddet eyleminin insanların gözlerini kör etmek olduğunu söylerim. En başta o, affedilmez bir insanlık ayıbıdır, silinmesi imkânsız kara lekedir! Krala karşı kötü söz edenlerin gözlerinin oyulması yanında insanların kitle halinde kör edildiklerini ağırlıklı olarak Maşat mektuplarından biliyoruz. İnsanlar, tıpkı sünnet edilir, iğne yapılır gibi kitle halinde gör ediliyorlardı. Amaç, en başta değirmenlerde çalıştırılan tutsakların, müzisyenlerin ve görmeyi gerektirmeyen diğer meslek mensuplarının kaçmalarını önlemek ve emek tasarrufu sağlamaktı. Bu, çok ağır ve vahşi bir işkencedir, ama gözlerin hangi yöntemle oyulduğu hakkında bilgimiz yoktur ve doğrusu öğrenmek de istemeyiz!
RESIM: Körlerin kitle halinde çalıştırıldıkları un öğütme taşı
( Yazı 2. ve son bölümle devam edecek )
Prof. Dr.Ahmet Ünal kimdir? 1943 yılında Uşak’ta doğdu.Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanlığı yaptı.Münih Üniversitesi Eski Anadolu Dilleri, Kültürleri, Tarihi ve Hititoloji Bölümü eski Başkanıdır.Hitit Uygarlığı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü olarak görev yaptı. Ahmet Ünal, uzun yıllar Ankara, Konya, Münih, Bern, Antalya ve Chicago Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır.
Türkiye’de çok sayıda kazılara katılmıştır. Çeşitli dillerde Eski Anadolu tarihi, kültürleri, arkeolojisi, dilleri ve Hititlerle ilgili çok sayıda kitap, makale ve sözlükleri vardır.
Hititlerden günümüze kadar Anadolunun nerdeyse tüm kültürel ve tarihi üzerine en bilimsel kitaplar yazmıştır.
Özgün ve özgür bir bilim insanıdır. Söyleyeceğini doğrudan söyleyen bir bilimcidir. Anlattıklarını anlamak kolaydır.Şu anda Osmaniyede kurulu Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi yönetim kurulu üyesidir. Yerelden evrensele dergisinde yazılar yazmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir