Yazarlar-Konular

YAYLADAĞI’NDAN YETİŞEN OZAN: ÂŞIK YEMİNÎ

Müslüm Kabadayı

Türkçede “şaman, baksı, kam, oyun, ozan” sözcükleriyle adlandırılan kişi, komünal-feodal toplum biçimlerinin egemen olduğu dönemde, Asya coğrafyasındaki toplulukların hem şairi hem de dinsel, töresel, kültürel törenlerin yöneticisi konumundadır. Burada ayrıntıya girmeden belirtmemiz gereken temel özellik şudur: Kopuz başta olmak üzere değişik çalgılar eşliğinde şiirler okuyan, yırlar söyleyen bu kişiler, doğadan öğrendikleri sağaltım biçimlerini müzik ve şiirle süsleyerek yaptıkları uygulamalarla halkın hekimi oldukları gibi yaşadıkları toplumun da tanıklığını yapmışlardır. İşte bu özellikleriyle Asya’dan batıya göçen, özellikle de Anadolu’ya gelen Türk topluluklarının gözü, kulağı ve sesi olarak “Âşık Şiiri”nin, hatta edebiyatının doğmasının, gelişmesinin temelini atmışlardır.

Önasya’da Türk topluluklarından önceki Kürdi toplulukların dengbejlerinin, Arap topluluklarının finnenlerinin, Ermenilerin aşuglarının birikimleriyle de zamanla harmanlaştığına tanık olduğumuz ozanlık geleneği, özellikle Türkmenler arasında zenginleşerek günümüze kadar gelmiştir. Bu gelenekte “saz şairliği” ağır basar. Pir Sultan, Köroğlu, Dadaloğlu, Âşık Veysel çizgisidir bu. İşte bu çizginin kesintiye uğradığı Türk-Türkmen boylarının 16. yüzyıldan itibaren yaygın olarak yerleştirildiği Yayladağı, Bayır-Bucak bölgesinden yetişmiş ve halk edebiyatında adından söz ettiren saz şairi yok gibidir. “Halk şairi” ya da “ozan” denilen, sadece şiir yazan ya da söyleyenler vardır; bunlardan 20. yüzyılda yaşayanlara Hatay Halk Şairleri kitabımda yer verdim. Bunlardan Âşık Kamil Sarıateş’in şiirlerini inceleyerek Âşık Osman Telli’yle birlikte ayrıca kitaplaştırdım. Halen yaşamakta olan İskenderun Demirçelik Fabrikası’ndan emekli işçi Bekir Cila’nın basılmış birkaç şiir kitabı bulunmaktadır.

Peki, Yayladağı coğrafyasından ülke çapında bilineni bırakalım, Hatay’da tanınan bir saz şairi niçin yetişmemiştir? Kanımca bunun temel nedeni, 16. yüzyılın başlarında Yavuz’un komutasındaki Osmanlı ordusunun Suriye-Mısır seferi sırasında bu coğrafyaya yerleştirilen Türkmenlerin “kılıçtan dönme” özellikleridir. Bunu, çocukluğumda kendi büyüklerimden duyduğum gibi, gezip görüştüğüm onlarca köyün ileri gelenlerinden de öğrendim. Hal böyle olunca, içlerinden düğün derneklerde, şenliklerde, tarım işçiliği ve çobanlık yaparken çok güzel türküler söylemelerine, baraklar okumalarına karşın bağlama vd. sazları çalarak söyleyen, hele kendi koşmalarını, semailerini, varsağılarını, türkülerini okuyan etkin bir ozan yetişmemiştir. (1960’lı yıllarda Tahsin Şener öğretmenin keman çaldığı, oğlu Nuray’ın Halkevi’nde gençlere bağlama kursu verdiği biliniyor ama onların içinden de bir saz şairi yetişmemiştir ne yazık ki.) Çünkü, saz çalmak günah sayılmıştır ya da topluma öyle telkin edilmiştir. Davul, zurna vd. çalgıların ustası olan Domlar, yörede “gurbat” denilerek aşağılanmıştır.  Oysa onların sayesinde aba güreşi tutmuşlar, gençlerinin nişan ve düğününü yapmışlardır. Bu yaman çelişkinin aşılması, 1960’lı yıllardan itibaren gerçekleşmekle birlikte, 12 Eylül askeri darbesinden sonra Yayladağı coğrafyasındaki aydınların, modernleşen ailelerin gücü kırılınca, Hıristiyanlar da yurtdışına ya da başka kentlere göçünce, Domlar da Antakya’ya yerleşince, Yayladağı’nın önemli renkleri solmuştur. 12 Eylül sonrası toplumu saran tarikat-cemaatler nedeniyle yobazlık yeniden hortlamıştır. İşte bu dönemde Yayladağı coğrafyasından bir saz şairinin, âşığın yetişmesi çok anlamlı olmuştur.

Yayladağı’nın Mürselek köyünde dünyaya gelen Mustafa Sülük, mahlasıyla Âşık Yeminî, 1965 doğumludur. Annesini adı Ümmühan, babasınınki ise Ali’dir. Sekiz kardeşin en büyüğüdür. Çocukluğu köyde rençberlikle geçen, zor şartlarda yaşayan Mustafa Sülük, ilkokulu Mürselek’te, yeni adıyla Denizgören’de bitirir. Evlendiği teyzesi kızı Lütfiye’yle  birlikte birkaç yıl Yayladağı’na bağlı Bezge Beldesi’ne yerleşip değişik işlerde çalışır. 1990’dan sonra da Adana’da yaşamaya başlar.

Uzun yıllar çocukları olmayan çiftin, tüp bebek yöntemiyle üçüzleri dünyaya geliyor. Eşiyle mutluluğa gark olan Mustafa Sülük, üç çocuğunu yetiştirmek için yaşam savaşını daha da harlıyor ve Adana’da “Yeminî” mahlasıyla tanınan saz şairi oluyor. Kendisine “Atom Karınca” da deniyor. Sürekli koşturan, ekmeğini taştan çıkaran, çocuklarını okutmak için didinen ozanımızın “Atom Karınca” olarak adlandırılmasının, ona gayet yakıştığını söyleyebiliriz.

Kendisiyle tanışmamıza vesile olan köydeşi Ahmet Öztürk’e teşekkür ediyorum. İstanbul’da iş kurup yaşam mücadelesi veren Ahmet Bey, amcası ve kayınpederi olan Fethi Öztürk’le on yıl önce görüşmemizi sağlamıştı. O görüşmemizden iki yazı bir de öykü doğmuştu. Yazılardan biri 2013’te “Dağların Dilinin Peşinde” başlığıyla yayımlanmıştı. “Salkım Saçak Keldağ” adlı öykülerden oluşan kitabımda yer alan “Hamzaderesi Ne Yana Düşer?” başlıklı öykünün kaynak kişisi de Fethi Öztürk’tü.

İşte bu öykü gibi onlarca öykünün kaynağı olan ve Yayladağı yöresinden yetişen Dünya çapındaki şairimiz Ali Yüce’nin “Abov” adlı şiirindeki “Biz Mürselekli kadınlar” dizesiyle ve büyük ozan Ruhi Su’nun sesinden ülkeye tanıtılan Mürselek köyünden yetişen Mustafa Sülük’le, nam-ı diğer Âşık Yeminî’yle Kasım 2021’de telefonla görüştüğümde çok heyecanlanmış ve sevinmiştim. Telefondaki sesi sıcak, konuşması samimi ve sakince olan Âşık Yeminî, eşinin Bezgeli olduğunu ve üç çocuklarının bulunduğunu söyledi. Dedesi Mustafa’nın, babası Ali Sülük’ün güzel türküler söylediğini ama saz şairi olmadıklarını belirtti. Sesinin güzelliğinin, onların mirası olduğunu dile getirdi. Düğünlerde derneklerde, cenaze törenlerinde şiirlerini okuduğunu, geçimini de böyle sağladığını vurguladı. Cenazelerde ağıt yaktığını, okurken de kimin ağzından söyleyeceğine karar verdiğini (ölen kişinin annesi, babası, kardeşleri, eşi, çocukları vs.) dile getirdi. Yayladağı’ndan saz şairi olarak halk ozanları arasında kabul görmesi nedeniyle kendisini kutladım ve ziyaretine gelerek görüşmek istediğimi dile getirdiğimde sevinerek kabul etti. Nerede oturduğunu sorduğumda Adana’nın Yüreğir ilçesinde yaşadığından söz etti. Bunun üzerine Düziçili ozan Bekir Dağsever’i tanıyıp tanımadığını sordum. “Sevdiğim bir ozan, görüşüyoruz.” yanıtını verdi. Böylece görüşmemizin temelini de attık.

Okulların ara tatil dönemini dikkate alarak 23 Ocak’ta Adana’da buluşmaya karar verdik Âşık Yemini’yle.  22 Ocak’ta Mersin Sokak Kitabevi’nde “Doğa-Edebiyat ve Siyaset İlişkisi” başlıklı söyleşiyi yaptıktan sonra Adana’da şair-yazar, emekli Edebiyat Öğretmeni ve şimdilerde avukatlık yapan Ali Ozanemre Ağabey’in bürosunda bir araya geldik. Birkaç kez telefonla konuştuğumuz Âşık Yeminî’yle yüz yüze görüştüğümüzde, halk toprağının samimi ve yanık yüzlü bir ozanıyla daha görüşmenin sevincini yaşadım. Sağ ve üretken olsun, kendisi de halk şairi olan Bekir Dağsever dostumuz, söyleşi boyunca kolaylaştırıcımız oldu. Bu vesileyle Bekir dostumuza ve bürosunu bize açan Ali Ağabey’e de teşekkür ediyorum.          

Hatay coğrafyası, eğlence kültürünün çok eskilere dayandığı bir kültür atmosferiyle bilinir. Yazılı kaynaklar bakımından Roma dönemindeki Dafne (Harbiye)’nin eğlence hayatı, çağa göre biçim değiştirerek bugüne kadar gelmiştir. Şair Ali Yüce’nin betimlemesiyle Antakya’nın dar sokaklarında, geniş avlularında müziksiz, eğlencesiz gün yoktur. Çarşı esnafının hafta sonları Harbiye’de, Soğuksu’da, Çevlik’te, Arsuz’da mesire yerlerine giderek eğlendiği de biliniyor. Ancak Yayladağı’nda böyle bir kültür gelişmediği için düğün dernek dışında eğlenceler, daha çok aile arasında yapılır. Bayramlarda seyranlarda piknik-mesire yeri olarak bilinen Devrent’e gidip eğlenenler olmakla ve Yayla’ya kadar yürüyüş yaparak oradaki kastaldan soğuk su içip ilçeye geri dönüş gerçekleştirilmekle birlikte müzikli, oyunlu eğlencelere pek rastlanılmamaktadır. Yayladağı’na egemen olan tutucu atmosfer nedeniyle çarşıda kadınların rahatlıkla dolaşamadığı, eskiden birbirlerine gidip gelirken kadınların ara sokakları kullandığı da biliniyor. İlçede MKÜ’ye bağlı Meslek Yüksek Okulu’nun açılmasıyla atmosfer biraz değişmekle birlikte, Yayladağı’nda eskiden müziği canlı tutanlar Domlar olmuştur. Yöre halkının “gurbat” adını verdikleri bu Çingene topluluğu, özellikle 12 Eylül’den sonra Antakya merkeze göç edince bu canlılık da kaybolmuştur. 1974’te Kıbrıs’ta yaşananlara kadar Yayladağı’na renk katan Rum Ortodoks Kilisesine bağlı Hıristiyanlar da Suriye, Lübnan, Avrupa ülkeleriyle Antakya ve İskenderun’a göç ettiklerinden ilçenin önemli kültür kaynaklarından biri daha solmuştur. Son 10 yılda Suriye’ye yönelik işgalci saldırılar ve yaşanan iç savaş nedeniyle yoğun göç alan Yayladağı’ndaki eğlence, özellikle müzik kültürüyle ilgili değişimin ne olduğu konusunda bir çalışma yapmış değilim ama düğünlerde Arap müziğinin de ağır bastığını söyleyebilirim. Yayladağı merkezde yaşayan Hıristiyan Araplar yanında ilçeye bağlı birkaç Arap köyünün de etkisiyle eskiden de Arapça şarkıların, muvalların söylendiğine, oyunların oynandığına tanık olunuyordu. Bu doğal etkileşimin son on yıldaki gelişmeler bakımından nasıl bir boyut kazandığı, ayrıca incelenmesi gereken bir konu…     

Genel çerçevesini çizmeye çalıştığım Yayladağı’nın eğlence kültürü ve bunun içinde müziğin konumu çerçevesinden bakıldığında Âşık Yeminî’nin varlığının neden önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. (Yeri gelmişken şu soruyu da kendimize sormadan geçemeyiz: Âşık Yeminî, Çukurova’ya gelmeyip de Yayladağı’nda kalsaydı acaba kendini böyle geliştirebilir miydi?) Bu noktadan hareketle, ozanımızın şiiri ve müziğine dair belirgin özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Dedesi Mustafa Sülük’ün “düzmece” türkülerinden etkilenen ozanımız, yaşadığı zorlukları, geçim sıkıntısını anlatan türküleri söyleyerek kendini geliştirmiştir. İlkokul çağındayken yazdığı “Köyüm” şiiri, öğretmenleri ve köylülerince beğenilince şiir ve müziğe merakı daha da artmıştır. Daha sonra eline aldığı sazı alelusul çalarak türküler söyleyen Mustafa Sülük, Çukurova Radyosu’ndan emekli müzik öğretmeni Yusuf Solmaz’dan usul dersleri alarak saz çalma yeteneğini geliştirir. Daha sonra âşık geleneğine göre saz çalma kaidesini Âşık Gül Ahmet Yiğit’ten, halk şiirinin nazım biçim ve türlerinin özelliklerini, tekniğini de Âşık Mansur Ekmekçi’den öğrenir. Çukurova Halk Ozanları Derneği’nin üyesi olduktan sonra dostluk kurduğu ozanlarla etkileşime girer.
  2. İlk şiirlerinde “Dertli Mustafa” mahlasını kullanan ozanımız, “Dertli Polat” adlı bir ozan olduğunu öğrenince “Garip Mustafa” mahlasıyla şiirler yazmaya yönelir. Böyle bir ozan olduğunu öğrendiğinde de “Bülbül Sesli” mahlasını tercih eder. Bu kez de “Bülbülî” mahlasını kullanan bir ozanın olduğunu duyar. Bir gün Osmaniye Düziçi’ndeki şenlikte karşılaştığı Âşık İmamî’ye hayatını anlatır. Onun kendisine önerdiği “Âşık Yetimî” mahlasını içine sindiremediği için “Âşık Yeminî” mahlasında karar kılar. O, Çukurova ve Hatay coğrafyasında artık “Âşık Yeminî” olarak tanınır.
  3. Halk şiirinin daha çok koşma, semai, destan ve türkü nazım biçimlerinde şiirler yazan, saz eşliğinde bunları okuyan Mustafa Sülük, irticalen söyleme yeteneğiyle dikkat çeker. Örnek vereceğimiz şiirde olduğu üzere duyduğu acı bir olay hakkında topladığı bilgileri kafasında derleyip düzenleyen, bunları ölçülü, uyaklı biçimde dörtlüklere döken ozanımız, özellikle ölen ya da öldürülen kişilerin yakınlarınca cenaze törenlerine çağrılıp yaktığı ağıtlarla da tanınmaktadır. Örneğin, Arsuz’un Karahüseyinli köyündeki avlanma sırasında yeğenini yanlışlıkla vuran amcanın pişmanlığını anlatan bir destan söylüyor. Aynı biçimde Çandır’da elektrik çarpması sonucu ölen bir gence yaktığı ağıt yankılanıyor.
  4. Âşık Yeminî, şiirlerini 8’li ve 11’li hece ölçüsüyle yazmaktadır. İlk şiirlerinde durak ve ritim bakımından sorunlar görülse de, ustalaştıkça kendi sesini, ritmini bulmuştur. Ayrıca Dadaloğlu ve Karacaoğlan başta olmak üzere büyük ozanların şiirlerini de okumaktadır. Sesi, bozlağa yatkın olduğundan, özellikle Dadaloğlu’nun Payas Kalesi’ne hapsedildiği dönemi anlatan bozlağını bize okuduğunda gözyaşlarımıza hakim olamadığımızı belirtmek isterim.
  5. Âşık Yeminî’nin onlarca şiirinden aşağıda vereceğimiz birkaç örnekte görüleceği üzere, tema ve konuyu yalın bir dille, açık ve akıcı biçimde işlediği anlaşılmaktadır. Ozanımızın benzetme, eğretileme (istiare) ve kişileştirme sanatlarını daha çok kullandığını görüyoruz. “Baharda Güzeldi” şiirindeki “Koyun gibi meler idim” dizesinde benzetme edatıyla söz sanatı açık yapılırken, “Anam” şiirindeki “Sensiz mahzun kaldı çiçekler taşlar/Sular bile garip çağlıyor anam” dizelerinde çiçekler, taşlar ve sular kişileştirilmiştir. “Koronavirüs” şiirinde geçen “Kara bulut gibi çöktü dünyaya/Ne depreme benzer ne bombaya” dizelerindeki benzetme de etkileyicidir. “İlim Öğrensin” şiirindeki “Gözümün çırası tek tasam kaygım” dizesinde geçen “gözümün çırası” ile zengin bir anlam dünyası yaratılmıştır. “Gelecek kuşaklar, çocuklar” anlamı yanında insanın geleceğini aydınlatanlar” çağrışımı etkileyicidir.
  6. Tema ve konularını tarihten, doğadan, toplumsal olaylardan ve sevda-ayrılık-özlem-ölüm gibi duygulardan seçen Mustafa Sülük’ün, güncel konuları da işlediği görülmektedir. İki yılı aşkındır insanlığın başına bela edilen koronavirüsün yol açtığı felaketi yorumlayan şiirini örnek olarak verebiliriz. Yalnız, halk ozanlığının yaşaması, dolayısıyla Âşık Yeminî’nin kendini yeni kuşağa, daha geniş yığınlara tanıtabilmesi için bilimsel gelişmeleri, teknolojik yenilikleri ve sorunları da takip etmesi gerekir. Yeni kuşağın sorunlarını, kentleşmenin boyutlarını, geleceğin nasıl biçimlendiğinin ipuçlarını sezmesinde ve bunları da ustalıkla şiirine yansıtmasında yarar vardır.

 Âşık Yeminî’nin geçimini, düğün derneklere, şenliklere, festivallere katılarak, özellikle de “Âşıklar Kahveleri”nde çalıp söyleyerek, iyi bildiği şiir ve düzyazıdan oluşan halk hikayelerini okuyarak kazandığı biliniyor. Başka geliri olmayan, okuyan üç çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamak için çabalayan ozanımız, “Âşık Kahveleri”nin devlet tarafından desteklenerek, halk ozanlarının geçim derdinden kurtarılmasını dile getirdiğini, bunun Kültür Bakanlığı’nca gecikmeden hayata geçirilmesinin gerektiğini vurgulamakta yarar görüyorum. Onun kaleme aldığı, sazı eşliğinde söylediği şiirlerden bir demeti de okurların beğenisine sunuyorum.

8’li hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerden bir güzellemeyle başlayalım.

                                                      BAHARDA GÜZELDİ

Koyun gibi meler idim

Kuzum baharda güzeldi

Senelerim harap oldu

Güzüm baharda güzeldi

Açmamışken soldu gülüm

Genç iken büküldü belim

Şimdi perişandır halim

Özüm baharda güzeldi

Artık hiç bitmez kışlarım

Akar gözümden yaşlarım

Sevda dolu bakışlarım

Gözüm baharda güzeldi

Yeminî’yim seher yeli

Elimde yok yârin eli

Çalmıyor kırılmış teli

Sözüm baharda güzeldi.

Bu şiirin ilk üç dizesindeki uyaklanma son sözcüklerle yapılırken, dördüncü dizelerin tüm dörtlüklerde kendi aralarında ve ilk sözcükte uyaklanması söz konusudur.  Halk şiirinde yaygın kullanılan “l, ş, z” sesleriyle yarım uyak oluşturulmuştur. Şairin tüm şiirlerinde redif de kullanılmıştır.

11’li hece ölçüsüyle yazdığı şiirlere gelince…

               ANAM

Hasretim, görmedim nurlu yüzünü

Sevgin yüreğimi dağlıyor anam

Dinlesem dizinde tatlı sözünü

Gurbet yollarımı bağlıyor anam

Akşam yuvasına dönerken kuşlar

Boynumu bükerken bir hüzün başlar

Sensiz mahzun kaldı çiçekler taşlar

Sular bile garip çağlıyor anam

Kader bizden yana görünmez imiş

Sensiz gurbet elde gülünmez imiş

Sen yokken bayrama gidilmez imiş

Hasretlik içimi yakıyor anam

Gurbet eller bana oldu bir mesken

Sormayın dostlarım halim perişan

Yalnızlık kaderim kıyıldı nişan

Yeminî burada ağlıyor anam

Yukarıdaki ve aşağıdaki şiirlerde öğüt ve dilek öne çıkarken, başlıktan da anlaşıldığı üzere aşağıdaki şiirde atasözleri ileti bakımından tespih gibi dörtlüklere dizilmiştir. Ozanın şiirlerinin ilk dörtlüklerdeki uyak düzeni genellikle farklıdır. Diğer dörtlükler ise düz uyaklıdır.

                  ATASÖZÜ

Derler ki su uyur düşman uyumaz

Elden gelen ele gider demişler

Kimsenin ettiği yanına kalmaz

Sudan gelen sele gider demişler

Karışma sen her adamın işine

Hep sakın her şeyin düşme peşine

Hayır dile hayır gelsin düşüne

Adam olana söz yeter demişler

Uyma sakın ona düşmandır nefsin

Çınlasın kubbede senin de sesin

Bu alemde iyi kötü herkesin

Bir gün cezasını çeker demişler

Adın çıkacağına can çıkarmış

Kurunun yanında yaş da yanarmış

Bol bol yiyen kimse bel bel bakarmış

Damlaya damlaya göl olur demişler

Taşıma su ile değirmen dönmez

Allah’tan gelene isyan edilmez

Sonraki pişmanlık ifade vermez

Sabreden murada erer demişler

Yeminî’nin malı dünyada kalır

İnsan düşmanını gözünden tanır

Gözler görmeyince gönül katlanır

Herkes ettiğini çeker demişler

Soldan sağa: Âşık Yeminî (Mustafa Sülük), Müslüm Kabadayı

MÜSLÜM kABADAYI KİMDİR :

Eğitimci, araştırmacı-yazar. 1962, Kışlak bucağı / Yayladağı / Hatay doğumlu. İlkokulu Kışlak’ta, ortaokulu Düziçi İlköğretmen Okulunda, liseyi ise Çanakkale Erkek Öğretmen Lisesinde okudu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (1982) mezunu. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası nedeniyle beş yıl öğretmenlik mesleğini yapamadı. 1987’de Trabzon’da başladığı edebiyat öğretmenliğini Ankara’da sürdürdü. Öğretmenliğinin yanı sıra, alanıyla ilgili arşiv oluşturma çabaları ile halkbilimi ve sözlü tarih çalışmalarını da sürdürdü. Fotoğraf, saydam ve belgesel film alanlarında amatörce çalışmalar yaptı. Ocak 2006’dan itibaren Ankara’da arkadaşlarıyla birlikte Yoğunluk dergisini çıkarmaya başladı ve derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. 

 Öğrencilik yıllarında başladığı edebiyat çalışmalarını 1985’ten itibaren araştırmacılığıyla zenginleştirmeye yöneldi. Yazıları pek çok gazete ve dergide yayınlandı.

ESERLERİ:

Hatay Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme (1999), Hatay Halk Şairleri (2000), Amik’ten Amanos’a Alkım (2001), Doğu Karadeniz Lehçeleri Karşılaştırmalı Sözlüğü (2002), Suriye Günlüğü (2006).

HAKKINDA: Müslüm Kabadayı / Hatay Halk Şairleri (2000), Müslüm Kabadayı / Amik’ten Amanos’a Alkım (2001).

                                                                               Müslüm Kabadayı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir