Yazarlar-Konular

KÖY ENSTİTÜSÜ KUCAĞINDA

ÖĞRETMEN OKULUNDA OKUMAK

Düziçi Köy enstitüsünün 1956 yılında çekilen resmi

Sayın okur,

Bu yazı 2016 baharında Düziçi Köy Enstitüsü yerleşkesinde 17 Nisan anması için kaleme alındı. Ama o günün yoğunluğu nedeniyle katılımcılara okunamadı. Aradan geçen altı yıla rağmen organizasyon ve virüs salgını nedeniyle tekrar okuma fırsatı da olmadı. Ben Öğretmen okulu mezunuyum ama yedi yıllık eğitimimi köy Enstitüsünde gerçekleştirme şansımla her zaman övündüm, her zaman sevindim. Öğretmen okuluna girdiğim yıl Köy Enstitüleri kapanalı fiili olarak on beş yıl olmuştu ama Enstitünün ruhu, ilkeleri bütün görkemi ile hala oradaydı, yaşıyordu, benliğimi en sıcak duygularla kucaklamıştı. Bu nedenle kendimi her zaman bir Köy Enstitülü olarak bildim, bu duyguyla tarifsiz onur duydum.

*

Çok kısa olsa da uzun olsa da; “ilk” veya “ilk defa” diye tanımladığımız binlerce halkadan oluşan bir uzun zincir değil mi yaşam?  İlk çığlık, ilk nefes, popodan yenilen ilk şamarla başlayan süreci daha nice ilklerle karşılayarak, son aldığımız nefesle ama yine de ilk defa tattığımız ölümle bitirmiyor muyuz ömür denen maratonu? Eğitim, görgü, deneyim, ifadeleriyle tanımladığımız, belleme ve bilgilenme çizgisinde adımlarken; yine ilk defa ve tek tek toplayarak doldurmuyor muyuz birikim dağarcığımızı?

-İlk defa gördüm.

-İlk defa başıma geldi!

-İlk defa böyle bir olayla/böyle bir insanla karşılaştım!

-İlk defa tattım.

-İlk defa korktum!

-İlk defa/sevdim, ağladım, güldüm, bindim, uçtum, atladım, söyledim, buldum, kaybettim.. gibi onlarca tanı ve kararı ifade etmiyor muyuz her gün?

*

Aziz Öğretmenlerim,

Sevgili Arkadaşlarım,

Bu hitapta duyacağınız, her “ben” sözcüğü aslında “sizsiniz, hepinizsiniz”. İşiteceğiniz her “ora/orada” sözcüğü de tam da “bura ve burada” anlamındadır.

Bir nebzecik de olsa duygularınıza tercüman olabilirsem kendimi çok mutlu ve bahtiyar hissedeceğim.

Hepinizi minnet duyguları ve saygıyla selamlarım.

*

İşte ben orada ilk defa bu denli büyük, bu kadar güzel bir okul gördüm. İrili ufaklı onlarca binası, on binlerce ağacı, çalısı olan bir okul alanı… İki bin dönümlük arazinin başında, bir çiçek tavası gibi işlenmiş, yeşillikler içinde yüz kırk dönüm alanın taş duvar surlarla örüldüğünü gördüm. Bahçeyi ova tarafından saran duvarların iki üç metreyle sınırlı yüksekliğini anlayabilirdim belki ama beş metreyi, yedi metreyi aşan yer yer kademeli doğu duvarları Düldül kadar yüce görünmüştü gözüme. Bir de kıyaslama yapmış, bir soru düşmüştü çocuk aklıma; Öğretmenimizin, hamasetle anlattığı, Türk akınlarından korunmak için yapılan Çin Seddi bu yükseklikte var mıydı acaba?

Ne kadar da uzun ve geniş sekileri vardı bu koca bahçenin. Hepsi de taş duvarlarla desteklenip sabitlenmiş sağlam yollar, geniş alanlar yaratan sekiler. Bir tek iş makinesi kullanmadan bu kadar kazı nasıl yapılmış, nasıl tesviye edilmişti yüz binlerce metreküp hafriyat? En yaşlısı kırk yıllık bile olmayan her türden on binlerce ağacın dikilip yetiştirilmesinde hangi minik ellerin, hangi ateş yüreklerin emekleri vardı acaba?

İlk hoparlörü orada duydum. İlk mikrofona orada ses verdim. Yemekhanenin güney çatısından alanı dolduran müzik yayınında “He yede kaa var!” avazıyla söyleyen Adamo’nun sesini ilk orada işittim. Yemek salonuna monte edilen elli altı ekran siyah beyaz TV’de “Uslanmadı yaşlanmadı bu ömür, hayret!” nidasıyla meşk eden Ayla Büyükataman’ı orada seyrettim ilk defa.

Kuyruklu piyanoyu, trompeti, kemanı, udu, akordeonu ve sayamadığım daha nicelerini “Müzikhane” denilen o binada gördüm ilk defa. Menteşelerinden koparılarak, çaprazına kırık bir çeyiz sandığı kapağına benzeyen alet karşısında adeta dondum. Onun “kanun” olduğunu öğrendiğimde adının görkemine yakıştığını, bu anlamlı ismi hak ettiğini düşündüm. İlk dokunuşlarıyla ona ses veren, onu ağlatan ve inleten benden dört sınıf öndeki ağabeyim Hasan Ölmez adı hiç silinmedi hafızamdan. O binada tanıştım Bach’la, Beethoven’le, Chopin’le. Başarmanın mutluluğu ile gözlerime bakan vakur duruşlu Türk Beşlisi’ni orada gördüm. Suna Kan’la, İdil Biret de oradaydılar. Veysel ile Sarısözen de…

İlk kütüphane sessizliğini orada öğrendim. En aşağı perdeden konuşarak da insanların anlaşabileceğini ve kitap edinmenin yollarını, kuralları gözleriyle anlatan heykel duruşlu kitaplık memuru İbrahim Avşar belletti bana. Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Falih Rıfkı, Fazıl Hüsnü ve Sait Faik’in, her daim orada olacaklarını, hatta Hugo, Cervantes, Tolstoy, Steinbeck’in de o salonda olduklarını Avşar Amca’dan duydum ilk defa. Aslında binler, on binler bir aradaydı. Ahşap döşemeden tavana kadar rafların tamamı, ciltlenmiş kitaplarla doluydu.

Bir başka dünyaydı güzel okulumun laboratuarları. Periyodik Cetvel’de sembolleşen yüzlerce element renk renk, minik mi minik şişelerle dizilmişti raflara. Klordan sülfüre, bordan bakıra hepsi de oradaydı evrenin özünü oluşturan zerreciklerin. Döşemeye düşen bir damla cıvayı tekrar şişesine koyuncaya kadar sürek avı yapmıştık arkadaşlarımla tezgâhların altında. İşte orada gördüm ilk defa suyun, bir oksijen, iki hidrojene ayrışmasını. Ne delikanlı arkadaşlarım kol kaslarını gererek çektiler ama yine de ayıramadılar Magdeburger Kürelerini.

Çocukluğumun kâbusu yılanlar, akrepler ne kadar da canlı ve masumdular saf alkol dolu şişelerde. Evrimi ve beslenme zincirini belletince öğretmenlerim ne düşmanlığım kaldı yılanlara çıyanlara, ne de nefretim. Türümün dışındaki tüm canlılarla, birbirimize muhtaç ve bir aileden gelen kardeşler olduğumuzu orada öğrendim. Engin ovalarda, yüce dağ başlarında nasıl uçabildiklerini bir türlü anlayamadığım, turnalar, leylekler, koca kartallar, ipek tüylü kazlar içleri doldurularak konduruldukları dal kaidelerinde ne kadar sevimliydiler.

Kesme bazalt taşlarıyla döşenmiş tribünlerde ilk futbol maçını seyretmenin keyfini ve gururunu orada tattım. Konuk takım Adana Motor Meslek Lisesi’ni ağırlayan, gözümde her biri Metin Oktay, Can Bartu olan futbol ustası ağabeylerimden centilmenliğin ilk dersini orada aldım. Rakiple dost olmanın nasıl bir haz olduğunu onlardan öğrendim. 19 Mayıs’larda yüzlerce bedenin, tek yürek, bir beyin olabileceğine fal taşı gibi açılmış gözlerle o sahada şahit oldum. O ritimde bizleri bir bedene dönüştüren Aytekin ve Karahan öğretmenlerim Herkül kadar güçlü, Apollon kadar efsunluydular gözümde ve gönlümde.

Buzlar Çözülmeden’le, Cevat Fehmi’yi, Hababam Sınıfı’yla Rıfat Ilgaz’ı, Cimri’yle Molier’i orada tanıdım. Oyunlarda rol alan arkadaşlarımın, bazen bıyık bıraktıklarına, bazen sakalla derse girebileceklerine, bazen da Kel Mahmut olabilmek için saçlarını ustura ile kazıdıkları ayrıcalıklara ve fedakârlıklara içten içe orada imrendim. Bin kişilik yemekhanenin, yarım saat içinde oturma düzeni, sahne, perde, kulis ve ışıklandırma ile bin kişilik tiyatro, sinema salonuna dönüştürüldüğü bir mucize değildi de; neydi ya?

En kutsal yer tören alanıydı şüphesiz. Her Cuma akşamında lojmanlardakiler hariç herkesin eksiksiz bir araya geldiği tören alanı, Arafat’tımdı benim. Hafta sonu etkinliklerinin ve gezilerinin duyurulması, akşam matinesinde sinema salonunda gösterilecek filmlerin övülmesi(!), geride kalan beş güne dair uyarı ve aksaklıkları, bağımsızlık bildirisi deklere eder gibi orada okudu, Eğitim Şefim Koca Göl. Ve arkasından Haruniye Çarşısı’nda çınlayarak, Dumanlı eteklerinde yankılanan İstiklal Marşımız.

Çağıldayan sevinçlerle orada karşıladım, 29 Ekimleri, 28 Martları, 23 Nisanları. Düziçi’nin on binlerine, oradan da ülkemin on milyonlarına karıştı çocuk yüreğimin coşkusu:

Alnımızda bilgilerden bir çelenk

Nura doğru can atan Türk genciyiz

nidamı oradan ulaştırdım gökyüzüne 16 Martlarda.

10 Kasımlarda; vakarla eğdim başımı, ağlamadan anlattım özlemimi. Cumhuriyetinin yılmaz ve dönmez bekçisi olacağıma söz verirken Ata’ya:

Üç şeyin üstüne can baş koymuşum

Atatürk anayurt ve sen sevdiğim

Kavak yeli esmez benim başımda

Atatürk rüzgârı eser sevdiğim

duygusuyla sadakatimi,

Okumak, okutmak işimiz bizim,

Haram lokma kesmez dişimiz bizim

düsturuyla belirledim ilke ve bilinç eşiğimi.

İlk orada tattım demokrasinin erdemlerini. İlk orada kullandım seçme ve seçilme hakkımı. Öğretmenimin “Sınıf başkanınız, Ahmet veya Mehmet, ya da Hatice” dayatması ve oldubittisi ta Andırın’da kalmıştı. Gizli oyla seçilmeliydi sınıf başkanı. Adaylar da seçilmek için açık ve dostane tavırlarla kazanmalıydı arkadaşlarını. Ya öğrenci temsilciliğinin seçimine ne demeli? Her ders yılı başında yenilenen, başkan, başkan yardımcısı, sayman ve kol temsilcilerinin belirlendiği seçimler tam bir demokrasi şöleniydi. Çağrı Grubu, Öncü Grubu, Barış Grubu gibi adlarla seçmenlerinin karşına çıkan adaylar, iki hafta boyunca centilmenliğin en üst seviyesinde, bütün tanıtım araçlarıyla propaganda ve kulis yaparak kazanmanın mutluluğunu ve kaybetmenin cesaretini göstererek orada almalıydılar ilk demokrasi derslerini.

Küçücük ellerin, sıska bacakların, dört parmak genişliğindeki omuzlarla, her öğle yemeği paydosunda biricik biricik taş taşıyarak kocaman binalar yapabileceğimizin onurunu ve sevincini orada yaşadım. Yedi yılda, bir öğrenci gazinosu, iki katlı yardımcı idari personel binası, iki adet basketbol sahası, bin koltuklu sinema ve konferans salonu inşasına omuz veren, el veren inançlı arkadaşlarımla imecenin coşku ve neşesini orada bölüştüm.

Fıstık ayıkladım tarlalarında, yumurta sepetledim kümeslerinde, sebze tavalarında domates topladım. Erik bile çaldım Tonguç Baba’nın miri hazinesinden. Çiçekler kopardım öğretmenlerimin kürsüleri ve çelenkler için peyzajın piri Osman Esen’in gülizarından.

Tim olup takım ruhu kazanımını orada öğrendim. Nöbet dağılımında, yangın tatbikatlarında, banyo sıralarında, 19 Mayıs gösterilerinde, mini müzik konserlerimizde ve korolarda uyum, sorumluluk disipliniyle orada törpüledim körpe bedenimi. Bir sahan irmik helvasını bir masada on kişiyle bölüşürken/bölüştürürken o anda yendim egolarımı. O anda büyüdü, boy attı ruhumda vicdan çiçeklerim. Arkadaş gardıroplarından(!) seçme ve giyinme zevkini orada tattım. Kravat bağlamasını yatılılığın birinci haftasında orada öğrendim.

Sevdaya değince kanadım, ben de tavaf ettim Ağlayan Kaya’yı. Dert ortakları edindim onun dibinde. Sır verip sır aldım aynı ateşe dalan cesur pervanelerden. Kimi zaman Samanyolu aydınlığında, bazen zifiri karanlıklarda ateş böcekleri gibi fosforlu ışıklar yakarak ahlar çektim, ulu zula Ağlayan Kaya’nın karanlık ve şefkatli kucağında.

İşte nerelerden geldim de “ora” dediğim “bura”da, sizlerle bir olmanın heyecanını, sevincini yaşadım; eskiyen, tekleyen yüreğimde. Aramızdan Hakka yürüyen yoldaşlarımı, Büyük Atatürk’ü, Yücel’le Tonguç’u rahmetle; takım ruhu olgunluğuyla sırasını bekleyen sizleri sağlık, mutluluk dileklerimle, saygılarımla selamlarım.

Musa Tolu

17.04.2016

Musa TOLU: 1955’te Andırın’ın Beşbucak Köyünde doğdu. Düziçi İlköğretmen Okulu’nu, Ç. Ü. Ziraat Fakültesi’ni bitirdi. Çukurova Üniversitesi ve Sabancı Holding bünyesinde uzman mühendis, yönetici olarak 25 yıl çalıştı. Sözlü halk kültürü üzerine inceleme ve derleme çalışmaları yaptı. Folklor araştırmaları konusunda üç kitabı (ÇFÜM 1,

ÇFÜM 2, ÇFÜM 3) yayımlandı.

(İletişim: musatolu@gmail.com)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir