Kültür

YAŞAR KEMAL ANISINA 4. ŞİİR YARIŞMASI DERECELERİ

ANADOLU HALK BİLİM AKADEMİSİNİN  4. kez düzenlediği  Yaşar Kemal anısına öykü, halk bilim ve şiir yarışması töreni 23 ekim tarihinde  zoom üzerinden ilgili ve gerekli kimselerin katılımı ve konuşmalarıyla, plaketleri ve ödül diplomaları verildi. Derece alanları ve  katılan tüm sanat ve kültür insanlarını kutlarız. Bu gibi yeni  etkinliklerde buluşmak üzere. Teşekkür ve saygılarımızla.

Bizler bir anlamda sanat eserlerinin yarıştırılmasına karşıyız. Ama şimdilik başka yöntemde kullanmadık. Aslında ne kadar tecrübeli jüri oluşturursanız oluşturun, seçilen ürünler birazda o  jürinin beğeni duygusunu taşır. Yüz adet ürün arasından birilerinin 2. lik verdiğine  öteki  jüri 9. luk verebilir. Bunun bilincindeyiz. Ancak okuyucuya sunuyoruz ki onlarda bir değerlendirme yapsınlar. Olanaklar arasında  tüm yarışmaya katılan şiirleri  Akademinin bu sayfalarında yayınlamayı düşünüyoruz.   

Bu çalışmaya  150 dolayında şiir katıldı. Bunların bir kısmı başvuru tarihinden sonra  ulaştı elimize, bir kısmının ürünleri katılım koşullarına ve Yaşar Kemal temasına uymuyordu. 80 kadar şiir yarışmaya alındı. 12 şiir finale kalmıştı. Bu 12 şiirde önceden ilan edilmiş 3 kişilik ana jüriye yollandı. Bu 3 kişilik ana jüri : Ali Ozanemre — Haydar Eroğlu – Halit Bedirboz. Bu üç kişilk jüride  finale kalanları şöyle derecelendirdiler :

Birincilik ödülü :

*Tren Ölümü Taşıyordu Madrina 

Ümit Yaşar Işıkhan

geçen zaman nereye gider, ben nerde kalırım hangi saat

anılarım nerde birikir kaybettiğim çocukların elleri hep üşür

ruhsuz beden ne kadar gidebilir, nereye gider geride kalan

çok kötü, gitmeyebilirdin ardımdan

gitmeyebilirdim

gitme dön

bir adım daha atarsan ölür ucundan yakalandığım  bahar,

toprağın uykusuna  küçük bir dal  yerleştirilmiş mayın tarlası

hayat, ani bir pencereden düşerken geldi bakışların derinliğinde

ölüm hep peşimizdeydi, solgun ve kızıl yapraklar

gözetleme kuleleri hayatımızın bütün anılarına düştü

havada, tahtaya asılı terazilerin bir kefesinde yerleşmiştik

trenler, vagonlar insanlar sığırlar ve köpekler aynı baktılar

hep baktılar ,zabitler,arkasında yoktu bekleyenlerim

yoktu adalet

tahtaları çürümüş dişleriydi faşizmin, gıcırdardı vagonlar

soğuk, çok soğuk bulutlar düştü beyazlığında, ağırlığımda

hayatımda konuşmadığım kadar hızlı koştum sana

taşlara ve yabani otlara takılarak düştüm, nasıl düştüm

sütüm yoktu verecek, ellerimde sıcaklık umudun tesbihi

otların üzerinde uyuduk penceresiz ve soluksuz çocuklardık

açtık, aynı tabağa aynı anda bakardık köpeklerle

tanrı bizi izliyordu

tanrı bizi siliyordu, şefkati kar ve buz içindeydi  küf odaların

uzak olsun, daha uzak aksın hep yılan kıvrımları

geçen buharlı trenin varacağı istasyonun olmamasını dilerdim.

trenin durmaması, yaşamamız demekti. biliyorsun, umutlanmak

istasyonda durmak ayrılık, istasyon ölümdü kuyulardan Sayfo zamanı

doymak için birbirimizin yırtık elbiselerinden kaçan sıcaklığa sarılırdık

ah…Madrina, su yoktu,  parçalanan hayallerim ve ekmek

raflar dolusu klasörlerde kaldık nemden renklerini öldüren fotoğraf

tütün zehiri son içimde sigaranın katran kokulu dudaklarında

nefes alamadım, çıldırıyordum rüya değildi, gidiyordum

birisi niye gider…nereye gider…niçin,  sensizdim

soluksuz ve aç dağların sesinde izdim, dikişsiz kefen

unutulduk

barakalarda son kez tüten ekmeği gördüm, dokunamadım dumanına

dokunamadım o koku çıldırdı zaman içimde çılgın

ölüyorum tanrım, ekşi mayalı ekmek sıcaklığında kokusu al beni yanına

ah Madrina, kurtulursan ve yaşarsan benden sonra bulutlara

ekmeği sev benim için…dolu ağızla dolaştır yanaklarında

soluğun tutulsun, irileşen gözlerinle yutmadan önce

gözlerin büyüyecek boğulur gibi bak, beni an beni düşün

ağır ağır büyüsün ağzımda  yutmadan önce

ayaklarım çıplaktı, dişi kırık tuşuydum zamansız bu hayatın

ellerimi uzattım hafif kıvırcık saçlarına ince uzun bellerinde vücudun

tokan yoktu. yumuşak ve güzel kulakların ve küpeden artan yüzük

hepsini verdim, aldılar…daha da aldılar, bizi de en son

ağlayan bakışlarımdaki çığlığı bırakarak, derinlere , çok derinlere  

gidenlerdik, uğultusu içinde toplu halde gömülenlerin

gürültü vardı, atlılar, zabitler, açlık, ölüm ve ayrılık kar üşüyordum

dalları ağaçların, kanatları tanık kuşların ve teslim olan rüzgar

gözlerimdeki şarkılar sessizliği severdi, uçmayı her mevsim

çok uzun bir yolculuktu biliyorum ,biliyorsun  yokluğun derinliğini

ah beni anlatan ağıtlar  ,içimde  öksüz kalan rüzgar, beşikteki  hayat

yüzyıllardır yaralarım kanıyor, tarihin son nefesinde saklandım Madrina

gece çöküyordu tarihin çocuklarına kafileler  üstüne, kan  renginde ay

bilmiyordum ölümün nereye gittiğini, donmuş gecede alevlerin çığlıkları,

ruhumu çalıyordu bitmeyen bir ezgide, sürekli ruhumu  kanıyordum

tek tek ayrılırken son kez bakışlarını taş yontusuna bırakan çocuklar

herkes ordaydı,

komşularımız duaların en uzun yoksulu mintanların, çatlak deriden

meydanda toplandık hepimiz titriyorduk alın terimiz soğuklardaydı

kar üşüyordu, yağmur sırılsıklam kendi bulutlarından düştü gözyaşı

sırayla ölüyorduk son duanın bitiminden az önce kuşlar uçtu

kanatlarında son şarkıları terk edilen evlerin avlusunda ninni

son bakışlarındaydı  tanrı, ölülerin ardında hiç kimse konuşmadı  

kayıp giden zaman, donup kalmış geçmeyen karanlık

ölümün ölüm, açlığın açlık olduğunu  öğrendik

dokunduğunda sallanan ahşap bir masanın üstündeydi cam hayat

kırılgandık, ürkek, belki de korkak isler içinde kalan eşkıyaların gölgesinde

konuşacak, gözleriyle ısıtacak gölge aradım kadim bir hayatın kentindeydim

havariler gidiyordu , gururla yakarak  ateşi bir yük gibi kanatlarından düşen

ilahileri  içtim, hep suskundum, tepelerden aşağı, çalı çırpı değersiz

yutkunarak  ve  yuvarlanarak bütün dillerinde duaların

susmak zorundaydım, Madrina,

mızıka çalan bütün çocukları tanırdım saklanan bakışlarımdan her biri

tarihimden geçen aynı öykülerin siyah renklerinden kalanlardı elbette

birbirine yaslandı elleri bağlıydı insanlar kenara açıldılar ve el salladık

kendimize, celladımıza…kapkaraydı giysileri, saçları ve elleri geçmişleri gibi

bir silah patladı içimizde, biriken bütün kuşlarımız uykudaydı o an

aramızda nehir vardı, aramızda mayınlar ve hainler su aktı

kendine doğru açıldı penceresi hayatın, ben esmerdim

hep esmerdim ekşi mayada  kokusu ekmeklerin

buğday kokuyordu ellerim taş atmamıştı yollarına atmacaların

gidiyorduk, hüzün ve ölüm yolumuzdu kuyu başına geniş ve derin

başında papatyalardan bir taç gelinliğin içinde çocukluğumuz  bitti

çok canım yanıyor…içimin en içinden alevli su akıyor şimdi  gözlerime

rüzgarı duyuyorum, sesini Madrina,  her gece bana sen uzun bir yol

dikenlerden  yorulmuş  kan kokusunda  uzaksın yıldızlar gecelerin

ah yeniden doğmalıyım anneme ve senin ellerine,

ve kısık gülerken gözlerinden aksam ılık şarkılardaki yaşlar içinde

öpsem, gülsem, sarılsam…ekmeğe doysam gibi ekşi mayalı hayat

paslı vagonların gıcırtısına asılı kalan tarihin utancında hep çocuk

hep şarkı ve hep taş duvarların dili olsam sana gelsem ve uyusam saçlarında

omzunda, yüreğinin saatinde,  küçük avuçlarındaki dudaklarından ölsem

ölsem ve tekrar sana ölsem,

ah…Madrina  ölmeden önce

İkincilik ödülü :

YİTİKLER HANESİ

Şair : Adem Öner

Azaldık azalıyoruz azalacağız

Çakıl toplayan delilerin yalnızlığıyla

Kendi doğduğu topraklarda unutulmuş yitik şair

Yüreğimdesin, pelikanların şarkısını söyledim

Hislerin öldüğü bir çağda, mektup yazan deli

Dudağımda ölümsüz bir ezgi, tuhaf bir sedâ

“geçer” diyor kendi zamanında

Onu selâmladım hüzünleri alıkoyma vakitlerinde

şimdilerde moda betonarme düşünceler

şahlanmış her yerde, devam ediyor yoluna

Göğü delenler methediliyor oysa

Tabiat anaya her gün tecavüz

Kaldırımlarda sevgi bekleyen köpekler

Arkadaşlık içinde kedilerle

Yıkarken tabularını yeryüzünün

Adnan Yücel geliyor çağrışım limanına

Sevgiden emekten iyilikten yana

Sait Faik 1952 Son Kuşlar yazalı

Kalmadı onun gibi dünyaya bakanlar da

Çoğaldı çocukluğu kestanesiz geçen sonbaharlar

Çımacı sözcüğünün zamana yenik düşmesi gibi

Bir siyah beyaz düşüyor, eğilip alıyorum

Gerçek şairlerin özlemiyle

Bir yanda tarih, çocuğun duruşu ile şiir oluyor,

Arkada yalnız bir ağaç, kuşları bekliyor.

Düş alanları, 28 yaşında bir âhtan kalan

Uzak bir kasabanın bilinmezliğinde

Geçmişi yok ederler serap bahçelerinde…

Çınarlı çeşme, sen eski bir masalsın yeryüzünün

Ninnilerden, türkülerden uzak bir zamanın içinde

İyilere hasret ülkemde anlam erozyonu çoğalırken

Alamanya’dan bir yürekte Veysel açıyor

Türkçemin öz suyunda (Petra desem bilirsiniz)

Sazın söze dönüştüğü o eski günlerden sonra

Anonim acılara doğru yol alan kırlangıçlarla

Paylaşıyordum serçelerin billinmez mezarlığını

Uyumsuzluk filizleniyordu her yerde,

Paranın mıknatıs etkisi,

Meksika dalgası gibi savurmuştu insanları

Aldanmanın sularında boğulmuş dünya,

Kendi yazgıları dışında her şeye yabancı kalmış

Bir varmış bir yokmuş modern zamanların birinde

Çiçeklerin bile solmayı özlediği bu demde

İçindekiler  sadece kitaplarda kalınca

Acıların zaman aşımına uğradığı diyarlarda

Soluk alıp veriyoruz,

Yokluğun sancılarında hissedilen anne,

Erişemedi gün ardına,

Acıları analardan ayıran zamandır, biliyorum.

Tabiat anayı üzmeden gidiyorum;

ama annemi hiç sormayın…

Tarçınımı özledim Gabriela’nın bakışlarında,

Çevrebilimciler bir şeyler çevirirken,

Dereler ağıt oluyorken

Soluksuz tırmandığım Bahariye yokuşunda

Sokak çalgıcısı çocukların

lirik ve hüzünlü melodileri ile seslenmeleri

kalabalığa ve görmezden gelinmeleri,

bir isyanın belirtisi oluyordu

Dudaklarımda 1970’lerden kalan “mazot” şiiri

Beni zamanın ötesine taşıyan bir gemi

Biçimleniyordu dünyada en önemli sanatın

İçtenlik olduğunu

Ve Dağlarca’nın genç bir şaire seslenmesi…

Azaldık azalıyoruz azalacağız

şiir öldü mü, ıssız acun kaldı mı

İçimde hapsolan bir şiiri

güneşe karşı okumak kadar yalnızız…

Üçüncülük ödülü :

KANLI / KİNLİ DÜNYADA

HÂLÂ VARDIR KERBELÂ

Celalettin Kurt

-A-

Hârı yoksa sevdanın, âşık coşup çağlamaz
Bağlamalar, curalar, inlemez sessiz kalır
Zahitler meclisinde, ham softalık başlarsa
Aşkla dönmez semahlar, gönüller ıssız kalır

Kelâm eyle dönerken, çağrı çıkar ey zahit
Kâinatın kadrinin, her harfine uy zahit
Hak’tan gelen lokmayı, helâlinden say zahit
Saymaz isen kâinat, çiçeksiz özsüz kalır

Maksadını mânânın, ikrar eyle duyulsun
Bak mazrufa zarf boşsa, kabuk içi oyulsun
Adil olsun bölüşüm, adaletle doyulsun
Adaletsiz dünyada, çehreler yüzsüz kalır

Âriflerden ibret al, ârif yoksa ilim yok
Cehaletin safında, ışık saçan bilim yok
Benlik yıkar çağları, neden eşit dilim yok
Bu gidişle çok sürmez, kâinat sözsüz kalır

Mânâ yükle mânâya, öteler beri gelsin
Kör cehalet boğulsun, ilim kalpte yükselsin
Dünya çekti zulümden, mazlum, mahzun hep gülsün
Okunmazsa kitaplar, dimağlar cüzsüz kalır

Meramımız kardeşlik, Hüdâ emreder bunu
İkilik de nedir ki, ayrılığın yok sonu
Sen’i, ben’i bir olsun, ayırma senden o’nu
Bir olmazsak el ele, sevgiler hazsız kalır

Mürainin hilesi, her dem sürer pek yaman
Bir olmaya hak yolda, vermiyor netsek aman
Başımızda tütüyor, belâ berzah sis duman
Böyle giderse devran, izimiz izsiz kalır

Önde giden atlılar, yorgun düştü biçare
Söylesene ey gönül, yok mu bu işe çare
Ulaşmalı tez vakit, gül muştulu gül yâre
Nallar yoksa atlarda, yolumuz tozsuz kalır

Derûnunu aşk eyle, yüreğini karıştır
Doğruluğu üç kelam, mizanında yarıştır
Küskün dönen dünyanın, izanını barıştır
Barışmazsa âlemin, sevdası közsüz kalır

-B-

Bir beşinci mevsimi, bekler dünya yoruldu
Doru atlar mecalsiz, şevk kalmadı duruldu
Hak edişsiz makamlar, hak bilmeze kuruldu
Güz bilmeyen düzende, mevsimler yazsız kalır

Dön içinde yan da dön, umutların gönensin
Dildar olsun nefesin, nefsin dinsin enensin
Derman olsun derdimiz, pirler ile onansın
Onanmazsa divanda, cemimiz sazsız kalır

Bölüşmeli ekmeği, ‘yârdan gayrı’ ne varsa
Barış kardeşlik demi, gelip kalpleri sarsa
Firavunca düzenler, hâlâ bize duvarsa
Kader midir böylesi, aşımız tuzsuz kalır

Kalptir Kâbe insana, muamele gerekli

Yollarımız olmalı, yol yürürken erekli

Başımızda çatılar, olsun ilim direkli

İlim yoksa memleket, bilimsiz us’suz kalır

Görene göz yürektir, iyi görür yürekler

Barış için çekilsin, derya deniz kürekler

‘Bir lokma ki bir hırka’, bunlar câna gerekler

Bilen aşar dağları, bilmeyen gözsüz kalır

Birlik dirlik güzeldir, cem edelim elleri

Yunus Emre yâdıyla, dem edelim dilleri

Hû diyelim aşk ile, derelim som gülleri

Güller yoksa ellerde, bülbüller nazsız kalır

Kurt kuzuyla dost olsun, savaşlar bitsin gayrı

Alevi’si Sünni’si, bir iken neden ayrı

Şeytan kavı ayrılık, hepimiz bundan sayrı

Bir olmazsak bu yurtta, dermanlar dizsiz kalır

Kanlı kinli dünyada, hâlâ vardır Kerbelâ

Mazlumların ardından, okunur yanık selâ

Hünkâr ne zaman gider, baŞımızdan bu belâ

Özgürlükler olmazsa, analar bizsiz kalır

‘Dili rengi fark etmez, insanlar iyi olsun’

İnsanlığın kabında, bir Kevser suyu olsun

Her âŞığın maŞukun, vefalı huyu olsun

Vefa yoksa kalplerde, sevdalar gizsiz kalır

Üçüncülük ödülü :

TANRILAR BARIŞ İSTİYOR

        BARIŞ  HEMEN ŞİMDİ       

 Şair : Yücelay Sal

Askerler! Sezar’ın askerleri!

Merhametin rüzgârları hiç uğramamış,

hiç serinletmemiş yüreğinizi.

Troyalı kızların pembe topuklarıyla

ezdiği gibi buğulu, pembe üzümleri

ezdiniz insanların kutsal bedenlerini!

Hiçbir tanrı aklayamaz sizi,

çekip çıkartamaz bu günahların,

bu vicdanın azabından!

Hangi Zeus, hangi Poseidon koruyabilmiş,

delirgen bulutların, kudurgan dalgaların

arkasına saklayıp bir ölümlüyü,

bir ananın gazabından?

Taa küllenmiş zamanlarda anlatmadı mı

tüm bunları bize, ulu bilge Homer?

     Elinde asasıyla, çöküp Meles Çayı’nın kıyısına,

ulu Homer, bilge Homer, sürmeli gözlü Homer!

Akhilleus tozlara buladı da cesedini Hektor’un,  

     Paris topuğundan vurdu Akhilleus’u,

sonlandırdı da hayatını,

hangi dağda anemonlar tomurcuğa durdu?

Ah, “Aslan Yürekli” değil de,

“Yufka Yürekli” olaydı Richard’ın adı!

Ne saltanat çakılıydı Mescid-i Aksa kapılarında?

Kudüs’ün balkonlarına begonvil dolanaydı!

Askerler! Hitler’in askerleri!

Biriniz anlatın n’olur, şart olsun ki anlamıyorum,

yürürken dişlerini gıcırdatan postallarıyla,

ne işi vardı Adolf’un Varşova sokaklarında?

Milyonlarcanın kanını içti de en sonunda,

bulunmadı mı müntehir süfli leşi

karanlık bir sığınakta, bodrum odalarında?

Askerler! Amerikan askerleri!

Diri diri yaktınız Hiroşima’da, Nagazaki’de canları da,

dolanmadı mı intikamları ayaklarınıza

Vietnam – Kamboçya ormanlarında?

Elbet Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta kalanların ahları da,

acemi şeytan olup sarılacak

acımasız günahkârların bacaklarına.

Ey askerler! Dünyanın tüm askerleri!

Gelin sizinle bir değiş-tokuş yapalım:

Alın benden bu öfkeyi, kini, nefreti,

karşılığında verin kınalı kuzularımı bana geri!

Ey bugün bağrına “Asakirullah” yaftası yakıştıranlar!

Taşı taş üstünde, başı baş üstünde ziyade sayanlar!

Bakın, ikiye çatallaşan bir yol gidiyor önünüzde:

Ya kurak ve kavruk tarafta küfür ateşleri yakıp,

o ateşte siz de kavrulacaksınız,

ya yemyeşil ve verimli sapağa sapıp,

tanrıların bereketli çayırlarına kavuşacaksınız.

Bir adı da erinçtir barışın, bunu ben demiyorum,

yaşı insanlıkla akran tüm tanrılar söylüyor!

     “AllahüEkber”le patlatıyorsunuz bombaları,

çünki yoldan çıkmış mankurtlar size aksini diyor.

Bakın, bu yiğit son uykusunu hüzünler içinde uyuyan oğlum,

bu peri de melekler kucağına teslim ettiğim kızım!

     Hadi verin ikisini de yeniden kollarıma,

yeniden yaşasın ana şefkatini iki kuzum.

Ya hemen barışla sarmaş-dolaş hemhâl olsun dünya,

ya kalmadı yeryüzünün yüzüne bakacak yüzüm.  

Mansiyon ödülü:


ÜMÜZ*

Şair :Halime Yıldız

iki dünya arasında kurutulmuş bir çiçektir insan

milyon tanrı uydurabilir, milyon çeşit cinayet

birinin zemherisinden kendine yalancı bahar yapabilir

öbür cennete hizmet için bu cennete ihanet edebilir insan

kentin delilli delilsiz delileri, yay burcunda bekleşir

yaygaracılar kopya verir papazı şaşmış eriğe

şımarsa hakkıdır, içinde asma bahçesi uyutan habbe

bedelli bir iyimserliğin alfabesinde kaybolabilir insan

kimi bedenine yazdırdığı şifrelerle gömülür

son sözü dövmeli teninden akan mürekkebe söyletir

kimi gitmeden susar, bir aşkın silkelediği çuval gibi

ümüzünü kaybetme derdi annem, kekikli rumeli şivesiyle

toprağın karanlığı emzirir tohumu, ışık yol gösterir daima

ümüzünü kaybetme baharı yeniden öğrenebilir insan

insan insanın en eski sevinci, en çıngıraklı merhemi

*Ümüz, Kuzey Bulgaristan Türkçesinde “umut” anlamında kullanılır.

Halk bilimleri Akademi özel ödülü :

LEYLA MEVSİMİ-

Şair Selda Kaya

sevda sözcükleriyle uzanırım

                                    geceye

açıklarıma dağılır hüzünler

göğsümde uyuturum iki kişilik

                                 akşamları

ölümü ararım yüzünü silen

                                 aynalarda

ayrılık mevsiminde hep kendini

                                       vurur şiir…

kehribar yağmurlar düşürürüm

                       gün batımı sokaklara

                                 bekler gece

savururum güneşe sürgit bir zaman

geri gelecek mevsimler

zifiri bir ay, nehir gözlerin

                            düşer uykularıma

toplarım bir bir eskimiş masalları

seviştiğimiz akşamlara sokulurum

yitik zamanlar çaldım başucundan

bak gece trenleri sustu

suskun işçiler

gel! sonbahar vardiyasında

sev saçlarımı ,

bir şiir yakalım karşılıklı,hafif esrik

tütsün yalınayak bir bahar

tenin kalsın dudaklarımda

                            leylan olsun kalbim

incecikten aşk bulaşsın ellerime

içimi dolaşsın sesin

gökyüzüne astım tüm zemheri güllerini

                                              sana ısındım

günlerin mahmurluğu avuçlarımda

belki gelirsin bir bahar sabahı

tutarsın ellerimden

gözlerimden geçersin

bak sarhoş menekşeler de açtı

yeşil göğün altında

ben  yine sana leyla…

Yaşar Kemal anısına yarışmayı- çalışmayı düzenleme komitesi adına.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir