Karacoğlan Enstitüsü

KARACOĞLAN DER İNŞALLAH

Ali Ozanemre

Karacoğlan’ın “kara değil mi” ayaklı çok bilinen destanı şöyle başlar:

Bana kara diyen dilber / Kaşların kara değil mi / Yüzünü sevdiren gelin / Zülüfün kara değil mi

Bu destan, usuma düştüğünde, beynimde bir bilgisayar, her şeyi bırakır, resimler çizmeye koyulur ama istediğim görüntü çıkmaz ortaya. Resimler saydamlaşır, üst üste gelir, değişir değişir değişir. Bir yandan düşünürüm:

Karacoğlan nasıl bir ortamda söyledi acaba o dizeler? Yanında bir yoldaşı var mıydı, yoksa yalnız başına mıydı? Oralarda birileri de bulunuyorduysa tanıdığı, tanımadığı kimlerdi onlar? Ona, “Kara” diyen gelin nasıl biriydi, kimin geliniydi? Yanında, kızlardan gelinlerden.. arkadaşları var mıydı, teke tek miydiler? İlk kez mi karşılaşıyorlardı, önceden tanışık mıydılar?

“Yüzünü sevdiren gelin” dediğine göre onun kız değil gelin olduğunu biliyor. Belki gelinlere özgü bir durumdan anladı onun “gelin”liğini? Öyle ya; genç kızlar, gelin olunca zülüf bırakırlar. Zülüf, şakaklardaki saçın, arkaya doğru toplanan saçlardan ayrılarak yanaklara aşağı bırakılmış bir bölümüdür. Bunlar çeneyi geçmeyecek şekilde kesilir. Ucu da bir orak gibi kıvrık olur. Öylece salınıp durur.

“Kara” sözü, bir hançer olup batmış olmalı yüreğine.

Beynimdeki, sürdürür aramayı: Bir tarlada mıydılar, yoksa kocaman bir meşenin altında dinlenme ânı mıydı; belki de bir pınarın başındaydılar. Ya da bir köyde, kasabada, şehirde…

Her ne ise, aymazlık içinde olsa gerek o dilber. Karacoğlan’ı bilmiyor. Belki de biliyordu, takılmak istedi. Söz dokundurdu, kışkırttı seni, sazıma sarılmaya zorladı beni.

Karacoğlan’ı kitabından okuyamadığım, ezbercilerden dinlediğim yıllarımda bir abla, arkadaşlarına anlatırken duymuştum:
-Bir gün Karacoğlan bir yerden geçiyormuş. Kız mı gelin mi biri Karacoğlan’a: “Hişt! Kara çocuk!” ya da “Hey! Kara oğlan, baksana!” demiş. Karacoğlan, kendisine böyle denilmesine çok gücenmiş. İşte bu türküyü, orada söylemiş.
Bana kara diyen dilber…
Bu kısa öyküyü anlatan abla, gelin miydi şimdi anımsayamıyorum. Ama Karacoğlan’ı gücendiren kendisiymiş gibi ince bir utanmışlık vardı anlatımında, tavırlarında. Bir yüzünde övünme, bir yüzünde özür dileme salınıyordu.

Karacoğlan’a böyle seslenen dilber, başka bir şey dedi mi, dediyse ne dedi? Başkaca bir şey dememiş olsa bile ozanın tellerini titretmiş olmalı. Dizeler arasında kıvranıp duran, bir türlü netleştiremediğim görüntüler sis içinde. Bir, kemikli çenesi, kavruk yüzüyle ozanım bir de renkli tüller gerisinde benli dilber… Ozanın, çoban çocuğu başını andıran kuruca kafasında bir kasket, köylü şapkası var. Fes değil, sarık değil, şapka… Pek de yakışmış kurt bakışlıya. Güneşliğin iki yanındaki sivri çıkıntıları bile görüyorum; henüz bozulmamış şapkanın kalıbı. Şakaklarından taşan birkaç tutam saçı hoş bir dağınıklık içinde. Kara gözlerinin çakmaklı ışığındaki incinmişliği, siz de görüyorsunuzdur. Dalga dalga şaha kalkmış yüreği. Üstüne basılmış bir taş gibi duyumsuyor kendini. Bir şeyler söylemesi, bir şeyler yapması gerek. Yine de biz acı sabrın tatlı meyvesine alışkınız. Taşkınlığa ne hacet? Önce usuldan varılmalı. Bakalım ardından neler gele… Dilberin gönlünden de neler geçmekte… Bir yoklayalım:

“Boyun uzun belin ince / Yanakların olmuş gonca / Salıverirsin kulunca / Beliğin kara değil mi”

Dilberin kucak dolusu saçı, ya ince örülüp “kırk belik” yapılmış ya da bir, bilemedin iki kalın örük…

İncinmeyi iliğinde duyumsayan Karacoğlan Dilber’e, kaşlarının karalığını da söyleyecek daha, daha ötesini de… Henüz, kaşlar arasındaki, “öp beni”yi söylemedi. Söyleyecek. Hoş, biz söylemesek de o bunu anlar, biz anlarız, anlarsınız… Güzel, yüzünden sevilir önce; kaşından, gözünden, dudağından, yanağından… Gül… Sonra saçlar girer işin içine. Saçların yanakları, enseyi öpmesi girer ki anneden önce. İşte onun adı, zülüf, yanlarda yanaklarda; belik arkada, belki de topukları dövüyor. Bize kara diyen dilberin zülüfleri de kuluncuna kolunca uzattığı beliği de kara. ‘Kara’nın hangi tonu olursa olsun, dilberin teninden mi, güneşin ışığından mı bilinmez, o zülüfler, o belikler sümbül rengine bürünür mor olur hep. Salıverilir kulunçtan aşağı:
Salıverirsin kulunca…
Salıverirsin kolunca demiş de olabilir mi? Türkçe’nin kuyumcusu?

Önce, “kolunca” denilmiş olduğunu varsayalım: “Nasıl ki kolunu salıverirsin, işte onun gibi salıverdiğin beliğin…” bu bir. İkincisi, “Senin saçın öylesine uzun ki kolunla yarışır…” Üçüncü de saçların çok gür; o saçların örgüsü belik, kol kalınlığında…
Kulunç; “sırt, beliğin salıverildiği yer” olduğuna göre…Seç, beğen, al.

Unutulmasın; az sonra gerek olacak. O da şu: Karacoğlan, kendisine kara denildiği için alındığı bu söze karşı, ‘kara’nın kötü bir şey olmadığını, bu özellikte nice güzelliklerin dilberde de var olduğunu bir bir sayarken, saçtan söz etti: Salıverirsin kulunca / Beliğin kara değil mi… Bu unutulmaya…

Endam, yerinde. Nazar değmesin demeliyiz önce. “Bel”e gelince: Bel, ince. Olursa bu kadar… Bir tutammış duygusu veren bu ince belin yukarısı bir başka âlem, aşığısı bir başka… Uyumlu bir çelişki var ortada. Bu çelişki her yerde; tepeden tırnağa… Örneğin yanaklar mı goncayı anımsatıyor, gonca mı yanakları örneksemiş? Tartışmakla bir yere varılamaz. Oysa Karacoğlan, vardı varacağı yere. Belki de en zor olanı, en kolay bir biçimde söyledi:

Utanırım akar terim / Güzellikte yok benzerin / En sevdiğim makbul yerin / Saçların kara değil mi

Utanırım diyor. Bir sıkıntıyı yaşadığı kesin. Nedeni; salt, kendisine “kara” denilmiş olması olmasa gerek. Kaldı ki baştan beri söylediklerinden anlıyoruz: “Kara”lıktan utanır bir hali yok; yapılmış bir yanlışlığı vurguluyor. Öyleyse niçin sıkılıyor, terliyor? Yanıt, sonraki dizelerde olmalı. Güzellikte benzeri yoktur onun. Ne giymiştir, üstünde nasıl bir giysi vardır, bunu göremiyoruz. Herkes sevdiğini getirsin göz önüne…

Gördüğümüz odur ki dilberin belki gözleri eladır, bir de teni beyaz, en azından buğday… Bunların dışında kalan ne varsa -saçları, kaşları, kirpikleri, en makbul yerleri- karadır. Bize “kara” diyen dilber onları, günde kaç kez tarar, tutar, okşar, biçimlendirir bilir misiniz?

Utanırım akar terim
Bizim bildiğimiz Karacoğlan, kendisine ela gözlü bir dilber “kara” dedi diye utanıp ter dökmez. O, nice güzeller görmüş nice güzellikler yaşamıştır. Güzellikte benzeri olmayan bir dilber karşısında da olsa neden sıkılsın ki… İşin içinde bir iş olsa gerek…

  1. dize, eksiltili bir tümce gibi geliyor bana:
    En sevdiğim makbul yerin, üç nokta.
    Dörtlüğün tamamlanması gerek. Tamamlayan 4. dizede saçlar var, yeniden. Oysa o kara saçların güzelliğinden belik dolayısıyla söz etmişti. Burada ikinci kez saçın söz konusu edilmesi Karacoğlan gibi bir dil sarrafına yakışmaz. Dümdüz değil de biraz özenle baktığımızda görürüz, onun göstermek istediklerini. O, buradaki saç sözüne, ikinci kezmiş gibi yer verirken ne sözcük sıkıntısı çekiyordu, ne de bir aymazlık içindeydi. Çünkü o, ne dediğini çok iyi bildiği gibi ne diyeceğini de çok iyi bilir. Söylemeden sezdirebilmek için ‘saç’ın çağrışımına başvurmak bir Karacoğlan ustalığı olmalı…

Beni kara diye yerme / Mevla yaratmış hor görme / Ela göze siyah sürme / Çekilir kara değil mi

Beni kara diye yerme / hor görme derken, ‘Mevlanın yarattığı hor görülmez’ anlayışına yaslanıyor. Kaldı ki ‘kara’ salt, karadır diye kötü sayılamaz. Ela gözde de var o; ela göze çekilen sürmenin kendisi de ‘kara’dır. Güzellik olsun diye çekilir. Sürme, güzelin güzel gözü öne çıksın diye getirilmiştir dünyanın bir ucundan.

Hint’ten Yemen’den çekilir / İner Bağdat’a dökülür / Türlü taama ekilir / Biber de kara değil mi

Değil mi ki elden ele, yükten yüke ta Bağdat’tan, Yemen’ den, Hint’ten.. binbir emek, binbir zahmetle getirilir karabiber… Herhalde yiyecekler tatsızlaşsın diye getirilmez… Getirilir. O da karadır. Ne hoş!

Pınara konan kuğunun / Kanadı beyaz çoğunun / Çöldeki Arap Beyinin / Çadırı kara değil mi

Pınara konan, koyaklarda gezen, göllerde yüzen kuğular… Kiminin tüyleri kara, teleklilerinde kara benekler olsa da çoğunun kanadı beyaz. Karası bir güzel, beyazı ayrı… Ya çöldeki Arap beyinin çadırına ne demeli? O, sıcağın da soğuğun da kalkanı, nice yiğitlerin, nice dilberlerin koruyucu perdesi, bebelerin sığınağı. Nelere tanık olmamıştır ki? O da kara…

Obalar konup göçerler / Lale sümbülü biçerler / Ağalar beyler içerler / Kahve de kara değil mi

Bir yanı yazbahar, bir yanı her zaman yayla Anadolu’da obalar o zamanlar durup durup göçer, durmadan göçerler. Onların da başlarını soktukları kıl çadır; o da kara. Kara kıl çadırın özgürlüğünde, doğanın bağışladığı lale sümbülle iç içe yaşanır hep.

Lale, kırmızı rengiyle ne oranda güzelse sümbül de ‘kara’nın yakın arkadaşı mor rengiyle öylesine güzel. Her çalının dibinde top top nergiz, tutam tutam sümbül… Dağların karlı koyaklarında dağ laleleri ışıkla dans eden. Dağlarında, köylerinde, kentlerinde ağaların beylerin içtiği kahveye ne diyeceğiz? Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırından nasıl geçeceğiz?

Evlerinden sular akar / Güzelleri göze bakar / Hublar yanağına takar / Sümbül de kara değil mi

Görmedinizse yazık! Cennet güzeli Hub’lar yanaklarını sümbülle, nergizle donatırlar. Kulağının üstündeki saçlarına gül takmış bir Çingene güzeli de mi görmediniz? Çok yazık! Görseniz şaşırırdınız, gülü mü alsam, Gül’ü mü… İyisi mi seçimi Karacoğlan’a bırakalım:

Karacoğlan der: İnşallah / Görenler desin: Maşallah / Kara donludur Beytullah / Örtüsü kara değil mi

Ziyaret, yatır, türbe vb… Bunların, buraların kutsanması, böyle yerlere karşı bazı beklentiler içine girme geleneği… Bunu, Anadolu’ya, Karacoğlan’ın içinden geldiği Varsak (Farsak) Türkmenleri ve öteki Türkmen oymakları mı getirdi; Anadolu’ ya gelen başka kavimlerde de buna benzer durumlar var mıydı; Anadolu’nun yerli halklarında? Kuşkusuz, benzer inançlar bütün ilkel inançlarda vardı. Günümüzde de kutsallaştırılmış kayalar, bez parçalarıyla donatılmış ağaçlar… Hiçbir dizesinde katı bir Müslüman kişi niteliği sergilediğini görmediğimiz Karacoğlan da kuşkusuz Müslüman bir toplumun üyesidir; inançları, toplumunun inançlarına çok da ters düşmez.

Müslümanlar için en kutsal türbe, ziyaret yeri, yatır, tapınak.. elbette ki -adını en eski Anadolu tanrılarından Tanrıça Kibele’den alan- Kâbe’dir. Dilek dilenecek en büyük yer Kâbe, namazda kıble… Dileklerin en büyüğü oraya yönelir. Halk ona saygıyla Beytullah (Tanrı’nın evi) der. Yüzlerce metrelik örtüsü kara, kapkara kumaştan. Bu örtü her yıl değiştirilir, değiştirilen örtü adak ya da ‘sadaka’ olarak yoksullara dağıtılır. O örtünün bir parçacığını elde etmek için insanlar, birbirini kırar. Karacoğlan, diğerlerinden çok yoğun, çok güçlü, çok anlam yüklü bu dörtlüğün sonunda Beytullah’ın kara donlu olduğunu, yani Kâbe’nin örtündüğü “kara”nın, ötelenecek bir şey olmadığını söylüyor. Ancak asıl önemli olan, dörtlüğün ilk iki dizesinde. Özellikle 1. dize yine bilinçli bir yaklaşımla oldukça kısa tutulmuş:
Karacoğlan der: İnşallah…
Karacoğlan neye ya da niçin inşallah diyor? Bu söz, gerçekleşmesi candan yürekten istenen bir dileği anlatır. O dilek, sözcüklerle ortaya konulmuyor, ama biz anlıyoruz, siz anlıyorsunuz… İnşallah! Ancak bu dilek, yalnız Karacoğlan için. Biz görenler ‘inşallah’ değil, nazar değmesin diye maşallah demeliyiz. “Maşallah!”

“Karacoğlan der inşallah, görenler diyor maşallah…”
İşte bu inşallah’lı, maşallah’lı dilekler yatırların, türbelerin, ziyaret yerlerinin en büyüğü Beytullah’a yollanıyor. O kara donlu Beytullah’ın bir kerameti varsa ve o dilek kuyusu bizi duyuyorsa.. eh, yeter. Dileriz duyar. Gerekirse adaklı mumlar yakar, yoluna kurbanlar keseriz. Dileyelim yeter… Neden yerine gelmesin ki…

Gökten üç elma düştü, biz çıktık kerevete..

Ali Ozanemre.
1950’de Osmaniye Düziçi Akdere-Farsak köyünde doğdu.
Kendi köyünde henüz ilkokul yoktu. Bu nedenle ilkokulu, çevre köy okullarında okuyarak bitirdi.
İlkokul sonrasında Düziçi İlköğretmen Okulu’nu (1970), ardından Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün
Türkçe bölümünü bitirdi (1973). Ortaokul, lise ve Düziçi Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe-edebiyat
öğretmeni olarak çalıştı. 1999’da emekli oldu. Emekli olmadan önce Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirmişti. Halen Adana Barosu’na bağlı avukat olarak Adana’da yaşamaktadır.
Şiir, öykü, deneme, inceleme türünde ürünleri sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı.
Ali Ozanemre bir halkbilim araştırıcısı ve pek çok kitapları vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir