Karacoğlan Enstitüsü

KARACOĞLAN DİLİ FERMANLIDIR

Güzelleri türkü söyler çığrışır

Dilleri var bizim dile benzemez

Ali OZANEMRE

Pir Sultanların, Karacoğlanların, benzerlerinin.. yüzyılların aşındırmasına böylesine dayanmalarıyla, üstelik giderek daha çok parıldamalarıyla ilgili birçok neden gösterilebilir. Acı tatlı, her yönüyle yaşamı anlatmış ve hâlâ anlatıyor olmalarından tutun da duygularımızın sözcüsü olmalarına, dili ustaca kullanmış olmalarına varana dek… Sanatçılık bu olsa gerek.

Onların ürünlerinin çoğu, zamanında yazıya geçirilmemiş. Çünkü toplumsal yaşamda yazı, günümüzdeki gibi yaygın değildi; bir de gelenek böyleydi. Onlar yazılı değil sözlü edebiyatın sanatçılarıydı. Yine de ürünlerinin bir bölümü -yanlışlıklar, hatalı yazılışlar içerse de- ‘cönk’ denilen defterlere yazılma mutluluğunu bizimle paylaşma olanağına kavuşmuş, gelecek kuşaklarla da yaşayıp gidecek.

Derlemeler yapılmış, bireysel çabaların ürünü. ‘Sağlam’ bir derleme çalışması yapılamadığından, derlenenlerden kimi birbirini tutmuyor. Bu, sanıldığından da çok. 20.yy araştırmacı/derlemecilerinin özveriyle yaptıkları çalışmalar, her zaman saygıyla anılacak. Ancak bunlardaki hatalı durumları görmezden gelemeyiz.

Çok belirgin kimi hatalar ortak. Ortak olmayanlar da var. Belki bunlardan kimisi için “Hata sayılmaz, bu durum derlemecinin seçimidir, çünkü derlemeci ‘daha otantik’ olsun diye böyle yazmıştır.” denebilir. Örneğin şu ala” sözcüğü…

Karacoğlan derlemelerinde 40’a yakın şiir “ala” sözcüğuyle başlar.

Ala, ‘karışık renkli’ anlamı içerse de bu; yeşil, sarı, mavi, kahverengi, siyahımsı renklerin hoş bir karmaşayla içiçe olan göz rengini, yani ela’yı anlatmaz; daha çok siyahla beyazın aynı yerde yanyanalığını, yani bileşmemiş karışıklığını anlatır. “Ala keçim çift doğurdu”, “Ala inek süt vermiyor” örneklerindeki gibi.

‘Ala keçi, ala inek’ denildiğinde bununla, siyah donlu bir hayvanda beyaz beneklerin, beyaz donlu bir hayvanda siyah beneklerin bulunduğu bir görünüm anlatılır. Derlemelerin yapıldığı kırsal kesim insanının, bölge ağzındaki doğal söyleyişe uygun olarak her iki sözcüğü de ala biçiminde söylediği bir gerçektir. Ama bu durum, gerek metnin yazıya geçirilmesinde, gerek ezgiyle ya da başka biçimde söylenişinde sözün doğrusuna, doğru Türkçeye uygun olanını benimsememeyi gerektirmez. “Ela”yı ‘ala’ diye yazıyorsak, salt bunun ve başka birkaç sözcüğün dışında kalanları, yani sözcüklerin tümünü neden yerel ağızdaki söylenişleriyle yazmıyoruz öyleyse?

Karacoğlan’ın, sevgilinin gözleri için kullandığı sözcük ala değil, ela olmalı. Ela, çok rengin bir arada bulunduğu, iç içe girdiği en güzel göz rengidir; sevgiliye de o yakışır.

“Karacoğlan; Âşık Ömer ya da Gevheri gibi kalem şairi de denilen kentli bir ozan değildir; kentlerde bulunmuş olsa bile o, saz şairi de denilen bir köy ozanı olduğundan göz için de olsa ela diyemez, ancak köylüler gibi ‘ala’ diyebilir, benzeri bir anlayışın ürünü olsa gerek, bütün derlemelerde Karacoğlan’a ala göz dedirtilir. Bu bir hata değilse bile doğru ve güzel olan da değil. “Doğallık” ya da “otantik olma” gibi gerekçelerin ardına sığınılamaz.

Sorulabilir: Nereye dek otantizm? Karacoğlan’ın yaşadığı dönemin seslemiyle (telâffuzuyla) sonraki dönemlerin ve günümüzün seslemi, dilin doğal gelişim ve değişimine bağlı olarak başka başkadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun yüzyıllar öncesinin diliyle olmaz bu. Kaldı ki otantizm, sözcüklerin köylü ağzıyla söylenmesi değil, çok başka bir şey olmalı. Onu, sözcüğün söylenişinden çok, sözün söylenişinde, yani anlatımın özgünlüğünde aramalı. Bu, sözcüklerin kullanım ilişkisiyle, anlatım özelliğiyle, sözdizimindeki incelikle ilgili bir durum… Bu da halk şiiriyle ilgili beğenimizi kuran öğelerden biri.

Kimi türkülerin Batı Anadolu, Doğu ya da Güneydoğu Anadolu, Orta Anadolu ağzıyla, Karadeniz yöresi türkülerinin, Azerî bir türkünün ya da Kerkük yöresi türkülerinin o bölge ağız özellikleriyle söylenmesi uygun düşebilir. Hatta tam da bu noktada otantizme bir katkı söz konusu olur. Gerçekten doğallık, otantizm, özgün sunum en üst düzeyde bu katkıyla sağlanır, sergilenir. Böylece ezgi, özgün söz ve söyleyiş, türküden alınacak tadı çoğaltabilir. Söz, anlatım ve müzik daha hoş, daha ilginç kılınabilir. Ancak durum böyledir diye yerinde ve gereğinde işe yarayan bu gerçekliği genel tutum haline getirdiğimizde, yani sözcükleri örneğin “gafası, golu, Garacoğlan’ biçiminde söylersek sanatın değerini düşürürüz.

Karacoğlan’ın içinden çıktığı Güney’de kimi Türkmenler arasında “parmak” > ‘barnak’, “pantalon” > ‘pontül’, “çizgi” > ‘cızgı’.. biçiminde söylenir. Ne yapacağız? “Otantik“ olmak için bu sözcükleri böyle mi söylemeli türküyü okuyan?

En güzeli, türkünün özgün havası ille de öyle gerektirmiyorsa, özellikle Karacoğlan türkülerini düzgün bir dille, doğru Türkçeyle söylemektir.

Sözcüğün, yerelliğinin öne çıkarılması dışında bir de uygun sözcüğün yerine uygun olmayan bir başka sözcüğün kullanılması sorunsalı var. Bunlar genellikle sesleri denk ve yankısı yakın sözcükler arasında ortay çıkıyor:

Ela gözlerini sevdiğim dilber

Dikerler ağacı dâr benim için

Aşam dedim aşamadım başından

Yağıyor dağlara kar benim için

Birçok kitapta yer verilen bu dörtlüğün ilk sözcüğü dışında, iki sözcüğünü daha değiştirdim. Derlemelerde, dar yerinde dal, dağlara yerinde yollara sözcükleri vardı. Değişikliğin nedeni şu: Dikerler ağacı dal benim için” dizesini, koşmanın bütünüyle bağdaştırmak zor. Dal neden Karacoğlan için olsun ki? Bunlar dolgu dizelerdir, deyip geçemeyiz. Ama Dikerler ağacı dar benim için dizesini hem koşmanın bütünüyle, hem Karacoğlan’ın diliyle, durumuyla bağdaştırabiliriz:

Dar: Darağacı, idam sehpası…

Seven, hele de bu Karacoğlan’sa, her an tehlikededir. Söylediklerinden, davranışlarından, ilgisinden, yaptıklarından, yapamadıklarından.. başı belaya girebilir. Dövülmek, sövülmek, cezalandırılmak vardır; Pir Sultan gibi dâra çekilmek, Nesimi gibi derisi yüzülmek… Dâra çekilmek ya da derisi yüzülmek için siyasetçi ya da tasavvufçu olmak ille de gerekmez. Bunun için Karacoğlan olmak da yeter… Her Musa’nın bir Firavun’u olurmuş. Karacoğlan’ınki de bir “paşa” olmayıp derebeyi, zorba, anlayışı kıt bir kişi hatta doğrudan ozanın kendisi olabilir. Kaldı ki böyle bir sözün Karacoğlan dilinden çıkması için herhangi bir idam edicinin varlığına gerek yok. O, sevgiliye varmak için söz vermişse, bunu da yerine getiremiyorsa Öldürmeli beni döğmeli değil” dediği gibi kendini suçlu sayıp cezaya çarpılmaktan, ‘asılmak’tan söz edebilir. O zaman bu tekinsiz durumu, ozanca bir abartıyla böyle söyler: “Dikerler ağacı dâr benim için”

Sözün özü, buradaki uygun sözcük dal değil, dâr olmalı.

Aşam dedim aşamadım başından deniyor 3.dizede. Öyleyse 4.dizedeki o sözcük, dağlar olmalıydı. Çünkü ‘başından aşamamak’ değişmece bir anlam içermiyor. Gerçekleştirilmek istenen ama gerçekleştirilemeyen bir yolculuk söz konusu. Çünkü yollara bellere kar yağıyor. En çok da dağlara; o, başından yol aşan dağlara.

Kar; yolları kapamış, dağ başını aşılmaz kılmış. Yağan, durmadan yağan, sanki Karacoğlan’ın yolunu kapamak isteyen kar, yolun başına değil dağın başına yağmakta. Bu durumda ‘aşılamayan’, yolların başı değil, dağların başı olur.

Bir yandan gitmek zorunluluğu, öbür yandan yağan kar nedeniyle dağların yol vermemesi… Karacoğlan, iki çözümsüzlük arasında sıkışmış durumda. Herkesin sorunu kendisi için büyük. Yollara düşmek, aşılmaz dağları aşmak, sevgiliye ulaşmak gerek. Ama “dağlara kar yağıyor.”

Bu sözle anlatılmak istenen, hiç kuşku yok, yola çıkmamızın, yâre ulaşmamızın olanaksız hale gelmiş olması. Dağ ve yol sözcükleri arasında bir anlamsal geçişmenin varlığı gözden kaçırılmamalı. Dizede yer alması gereken dağlar sözü, anlamsal geçişmeyle yolu/yolları anlatır. Bu geçişmedir ki uygun sözcüğün yerine başka bir sözcüğün kullanılmasına neden oluyor; Yağıyor dağlara kar benim içim.

Koşmanın diğer bir dörtlüğünde Karacoğlan, karanfil kokusu:

Yücesine çıktım yayla yayladım

İndim aşkın deryasını boyladım

Bayram aylarına kavil eyledim

Dinliyor yolları yâr benim için

Toroslarda; gördüğümüz görmediğimiz yaylaların izdüşümü, zihnimizde üst üste yığılıyor. Pınarlı çınarlı, yosunlu yarpuzlu dağlar, dereler… Onlar, yaşanır. Bu yaşanası yerlerin enginlerinde, yücelerinde seyran edilecek neler neler var… Oralarda aşk deryasına dalınır boylu boyunca… Bulanık Bahçe’den, Haruniye’den (Düziçi), Kadirli’den, Kozan’dan, Feke’den tutun da Silifke’den daha ötelere, daha yukarılara dek… Köyler, kasabalar, kentler… Her bucağı esrik kılar insanı…

Kavil eylemek, bir konuda yâr ile birşeyler kararlaştırmak. Karşılıklı.

Ozanla sevgilisi, ‘Bayramda…’ diye sözleşmişlerdir. Bayram günlerinden birinde olacak ne olacaksa. Bu, belki salt bir özlem giderme, belki gurbetin tümden yenilmesi belki de birlikte gurbetin ta kendisi… Yani ‘alıp kaçma’ biçiminde olabileceği gibi kısacık ama tadına doyulmaz bir buluşmanın iki ivedilik arasına sıkışmış ânı da olabilir. Kim bilir…

Dörtlüğün 2.dizesi derlemelerde İndim enginine seyran eyledim” biçimindeydi; Ola ki doğrudur. Ben bu dizeyi İndim aşkın deryasını boyladım” diye değiştirdim. Bu dizeyi Varsak(Farsak) Türkmenleri böyle söyler. Ayrıca, eyledim sözcüğü, dönerayakmış (redif) gibi iki kez ve üst üste kullanılmış. Oysa dize sonlarındaki sesi benzeşen sözcükler, dönerayak değil uyaktır: yay-la, eyle-, boyladaki y sesiyle yarım uyak…

İşin doğrusu hangisi? İkisi de olabilir demek de var. Var ama günümüz Varsak Türkmenlerinde bilinen ve söylenen biçime yer verilmeli derim. O zaman söz, Karacoğlan’ın teline daha çok uyar.

Büyük değişiklik 4.dizenin ilk sözcüğünde. Üzerinde önemle durulması gerekir. Böylece ‘Karacoğlan dili’nin fermanı, daha iyi anlaşılacaktır:

Derlemelerde 4.dize, Deniyor”la başlar. Bu sözcük bugün için dene”mek eyleminin ‘şimdiki zaman’ kipiyle çekimlenmiş biçimi. 3.tekil kişi anlamı içerir. Türkçe Sözlük’tebu sözcüğün iki açıklaması var; şöyle: 1-Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için bir insanı, bir nesneyi veya bir düşünceyi sınamak, tecrübe etmek. 2-Bir işe, başarmak amacıyla başlamak, girişimde bulunmak, teşebbüs etmek.

Karacoğlan’da, dize başındaki bu sözcükle sözlüklerdeki anlamların hiç bir ilintisi yoktur. Dize başındaki o sözcük; “gözlemek, gözetlemek, beklemek”; yakın bir anlamıyla da “dinlemek”tir. Sözcük, bu anlam inceliğiyle Adana, Osmaniye, Gaziantep ve Kahramanmaraş yöresinde yaşayan bütün Türkmen ağızlarında hâlâ kullanılmaktadır. Ancak seslemi, belirgin bir söyleyişle düpedüz “dinlemek” biçiminde değil; ilk sözcedeki(hece) e biraz uzatılarak dêne’mek gibi ya da e ile ğ arasında a sesine benzer bir ses daha katılarak “deağnemek” biçiminde söylenir. İşte Karacoğlan’ın dilindeki sözcük bu. Öyleyse bu sözcük, ölçüyü de bozmayacak biçimde, “dinliyor” ya da “gözlüyor” gibi günümüz Türkçe’sine uygun bir sözcük olmalı.

Bayram aylarına kavil eylemişler, yani bayrama yakın ya da bayramdan sonraki günlerden birinde birşeyler yapacaklar(dı). Ama bu gidişle, elde olmayan nedenlerle gerçekleşemeyecek bu. Özlemin büyüklüğü, olanaksızlığımızdan az değil. Bekleyenin duyumsayacağı özlem, bekleteninkinden az olmasa gerek. Çünkü gözleri yolda olan odur; acısı ölümden beter…

Koşmanın karacalama dörtlüğü şu iki dizeyle biter:

Ahtım olsun seni alır kaçarım

Ferman çıkarsınlar var benim için

Ela gözleri sevilen kız ya da gelin… Davullu dernekli düğün kurmanın ne olanağı var ne olasılığı… Her şeyden önce izin yok. Engel, çok… Tek çıkarı, alıp kaçmak. O da bunu diyor. Andiçiyor. “Söz!” Bayrama dek bir gelişme olmazsa alıp kaçacak. Nasıl olsa bu yol sonsuza değin böyle kapalı kalamaz…

Son dizedeki var”, “fark etmez” anlamı içerir. “Varsın öyle olsun…” sözündeki gibi bir ilgeçtir. Bunun yerine bir sözcüğünü de kullanabiliriz. Biçimsel bir değişme olsa da anlam (öz) değişmez. Çünkü kesin bir kararlılığın anlatımı olan bu sözün tam açılımı şudur: “Varsın bir tek benim için fermam çıkarsınlar; düşüncem ve eylemim değişmeyecektir.”

Ferman çıkarsınlar… Burada ferman sözünün iki, hatta üç anlam katmanı var. Hepsinin konusu Karacoğlan: Biri resmî; devletinki, padişahtan kaynaklanır. Bir başkası, yargı kararı olabilir. Öbürü özel, bireysel. Örneğin güçlü bir kişinin istemi. Hangisi olursa olsun, üçünde de Karacoğlan’ın, sevgiliye kavuşmasına yasak var; ya da sevgiliyi alıp kaçtığı için onun cezalandırılması, dövülmesi, öldürülmesi yargısı… İlk ikisi neyse; hele üçüncüsü… Ela gözlüyü ozana yâr etmek istemeyenlerin fermanı… Bundan kurtulmak çok daha zor. Ama sol memenin altında Karacoğlan yüreği taşıyorsan, taşar, Karacoğlan olursun. Ferman merman sökmez olur o zaman. Çünkü o fermanlar üstünde bir başka ferman var: Gönül fermanı…

Karacoğlan’da gönül fermanı, gönlümüzün fermanıdır; başka ferman işlemez. Onun bir de dilinin fermanı var. Her dönem için, her kesim için, herkes için kesinlik içerir. Pir Sultan’ı ‘Pir Sultan’, Köroğlu’nu ‘Köroğlu’ yapan budur. Ki Karacoğlan’ı da ‘Karacoğlan’ yapmış. Ne denli iyi okuyabilirsek, ozanları da o ölçüde iyi (doğru) anlarız. Fermanı var…

1950’de Osmaniye Düziçi Akdere-Farsak köyünde doğdu. Kendi köyünde henüz ilkokul yoktu. Bu nedenle ilkokulu, çevre köy okullarında okuyarak bitirdi.

İlkokul sonrasında Düziçi İlköğretmen Okulu’nu (1970), ardından Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nün Türkçe bölümünü bitirdi (1973). Ortaokul, lise ve Düziçi Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe-edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. 1999’da emekli oldu. Emekli olmadan önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. Halen Adana Barosu’na bağlı avukat olarak Adana’da yaşamaktadır.

Şiir, öykü, deneme, inceleme türünde ürünleri sanat edebiyat dergilerinde yayımlandı.

Kitaplaşan yapıtları:

1) Aşk Yoksa Ben Yokum, çağdaş rubailer, Aykırısanat y. 1997

2) İkinci Kerem Sonuncu Aslı -Türk/Ermeni Öyküleri- Kendi y. 1998 (2. b 2007)

3) Filistin Sancısı, ırmak şiir, Özgün y. 1999

4) Destanlar/Çobanoğlu (İbrahim Çoban Şiirleri) (Derleme-Düzenleme-Açıklama) Kendi y. 2005

5) Döne Döne KARACOĞLAN (İnceleme) Yoğunluk y. 2007 (2. b Alter y. 2012)

6) Onlar Çocuk Kalacak, öyküler, Karahan y. Mart 2011

7) Onbeş Yunus Koy’verdim Bu Kıyıdan, ırmak şiir, Ekin Sanat y. 2012

8) Kafdağının Kuşları, öyküler, Karahan y. 2015

9) Aşka Açık Unutulmuş Kapımız, şiirler, Aysad y. 2018

10) Gerçek Ay Işığı, öyküler, İzan y. 2020 (Baskı aşamasında).

aliozanemre@gmail.com

2 thoughts on “KARACOĞLAN DİLİ FERMANLIDIR

  • Halit Bedirboz

    Kutlarım Ozan Emre Kardaşım . Söz ,laf olsun diye sóylenmemiştir,söz aynı zamanda bir akttır,fizik edimden ayrı gayrı kopuk olamaz ,.( kadın yazar ,filozof Hannah Arendt te böyle düşündüğü için israil de yasaklandı kitapları) ve fakat ,ne hikmetse antik yunanda ve avrupada,nasıl, bedenden ayrı bir ruh dünyası var idiyse,söz de fiilden ayrı bir dünya olarak görûldü ( J.Prevert vb.bazı şairler dışında).Sözlü kültürün en yüksekleri ozanlarımızın yazıdan sakınmalarının nedeni,surete ve ispata teslim olmamak,”görün işte şairim ben” dememek idi,diyebiliriz,..ki ,doğuştan ayakları kötürüm ,alevi Bektaşi, abdal geleneğinden dedem Cafer Sadık ,gece yarısı el ayak çekilince,kavak ağaçlarına tırmanır ,kemik çakısı ile yazarmış kavak ağaçlarına şiirlerini..ben de onun anısına ” dedemin kavak yelleri” ni yazdım,”ayaklarım değil ama ellerim kötürüm oluyo” diyerekten..

    Yanıtla
  • Ibrahim Cenet

    Ali hocamiz Halk Bilim Kultur Akademisi bunyesinde kurulu Karacoglan arastirma enstitusu baskani. Kendisini bu ciddi cabalari icin kutlariz. Karacoglan konusunda gercekten uzman. Bu durum herkesin ulasacagi bir durum degildir. Ikincisi cok konuda oldugu gibi Karacoglanin sozlerini kili kirk yararcasina isliyor. Bu konuda tam bir arastirma yetkinliginde. Karacoglan arastirma enstitusu calismalarinda kendisine yardimcilari Halk bilimci ve etnomuzikilog Cemal Algan, Ibrahim Cenet yardimci oluyor.
    Ali Ozanemre ogretmenimizin bu konuda cok onemli hizmetleri bizleri onurlandiriyor.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir